- Giriş: Bu Çiçek Güneşe Dönüyor Ama “Ay”lı Bir Adla Anılıyor
Ayçiçeği, doğa gözleminin en cezbedici örneklerinden biridir. Kökünden kopmadan hareket eder: Güneş neredeyse ona yönelir, sabahı doğudan selamlar, akşamı batıya uğurlar. Göz gibi bakar, yüz gibi döner. Bu haliyle birçok dile “güneş”i temel alan bir adla geçmiştir: İngilizce sunflower, Fransızca tournesol, İtalyanca girasole, Farsça aftabgardân, Osmanlıcada dahi “güneşe bakan çiçek” anlamına gelen benzer ifadeler vardır. Çünkü hareketi güneşe yöneliktir. Bu kadar basit görünür.
Ancak Türkçede işler farklı ilerler. Bu çiçek, “güneş”le değil, “ay”la anılır: ayçiçeği. İlk bakışta bir adlandırma hatası gibi görülebilir bu. Gündüzle ilişkili bir çiçeğe geceyi çağrıştıran bir ad… Bir yanlışlık mı, rastlantı mı, yoksa daha derin bir sezgi mi saklı burada?
Bu yazı, işte tam da bu “ters bakış”tan yola çıkar. Ayçiçeği adının Türkçedeki kökenini yalnızca dilsel değil, kültürel, coğrafi, estetik ve hatta ontolojik katmanlarıyla birlikte anlamaya çalışır. Çünkü bazen bir çiçeğin adı, o çiçekten çok daha fazlasını anlatır: bir dilin göğe nasıl baktığını, bir halkın gündüzle gece arasında nasıl düşündüğünü, bir kültürün güzelliği nerede aradığını…
Ay neden bu çiçeğin başında yer alır? Belki de bu sorunun cevabı, gökyüzünün değil, bakışın yönünde saklıdır.
- Türk Dillerinde “Gün” ve “Ay” Ayrımı: Adlandırma Coğrafyası
Ayçiçeği, yüzünü Güneş’e döner; bu davranışıyla adeta bir gök cisminin ritmini soluyormuş gibi görünür. Bu gözleme dayalı adlandırma, birçok dilde doğrudan Güneş’i referans alır: İngilizce sunflower, Fransızca tournesol, İtalyanca girasole, Almanca Sonnenblume, Arapça زهرة الشمس (zahrat eş-şems)… Hepsinde ortak bir tema vardır: çiçeğin ışığa, özellikle güneş ışığına duyduğu yönelimsel bağlılık.
Ancak Türk dillerinde bu netlik parçalanır. Burada sözlükler, yalnızca birer karşılıklar listesi değil, aynı zamanda gökyüzüne bakışın kültürel haritalarıdır. Bu haritalarda ay ve güneş, yalnızca fiziksel ışık kaynakları değil, aynı zamanda estetik, inançsal ve zamansal kodları taşıyan sembollerdir.
Güneş Merkezli Adlandırmalar: Işığa Doğru Yönelim
Orta Asya’nın bozkırlarında, gökyüzü büyük ve açıktır. Güneş, yaşamın ritmini doğrudan belirler. Özellikle tarım ve hayvancılıkla geçinen toplumlar için gün ışığı, üretimin, hareketin ve zamanın ölçüsüdür. Bu yüzden:
- Azerice: günəbaxan (güne bakan),
- Kazakça: künbağar (güneşe bakan/bağlanan),
- Kırgızca: künkarama (güneş izleyeni),
- Türkmen Türkçesi: günebakan gibi adlar anlam açısından doğrudan gözleme dayalıdır.
Burada “gün” kelimesi, sadece “günlük zaman birimi” değil; Güneş’in kendisine verilen bir addır. Çiçeğin davranışı, doğrudan güneş merkezli olarak kodlanmıştır. Bu adlandırmalar, çiçeğin yönelme eylemini literal olarak tarif eder: Güneş’e dönen bir boyun, ona doğru çevrilmiş bir yüz.
Bu adlandırmalarda dikkat çeken bir başka unsur da, fiil köklerinin eylemsel doğasıdır: baxmak, bağırmak, karamak gibi fiiller, çiçeği pasif bir nesne olmaktan çıkarır; onu aktif bir varlık haline getirir. Yani bu çiçek sadece bir bitki değil, adeta bir bakan, dönen, izleyen bir figürdür. Bu anlam katmanı, çiçeğin antropomorfik (insanlaştırılmış) algısına zemin hazırlar.
Ay Merkezli Adlandırmalar: Geceyi Görmenin Estetiği
Ancak bu tablo tüm Türk dilleri için geçerli değildir. Aynı coğrafî dil ailesi içinde, özellikle kuzeyde yaşayan bazı Türk halklarında ay merkezli adlandırmalar görülür:
- Kazakça’nın bazı bölgelerinde: ayqabaq,
- Tatarca: aybağar,
- Karakalpakça: ayğabağar…
İlk bakışta bu isimler bir çelişki barındırır gibi görünebilir: Ayçiçeği, güneşe dönüyorsa, neden ay’la anılır? Bu sorunun cevabı yalnızca fiziksel gözlemde değil; kültürel takvimde, zamansal algıda ve coğrafî deneyimde gizlidir.
Kuzey kuşaklarında, gündüz saatleri kısa, gece süreleri uzundur. Tarım da, takvim de, inanç da geceyle şekillenir. Ay, bu bağlamda yalnızca bir ışık değil; bir düzen kurucudur. Ay takvimine göre yaşayan toplumlar için gece, boşluk değil; ölçü birimidir. Ay, gökyüzünün yön vericisidir.
Ay temelli adlandırmalarda, bitkinin davranışı değil, görünüşü ya da çağrışımı merkez alınmış olabilir. Ay gibi yuvarlak, dolgun bir yüz, geceye dair sembolik bir ışık ya da yönelmiş bir göz: Ay burada, belki de yüzün, bakışın, estetik biçimin bir metaforu olarak karşımıza çıkar. Ay kelimesinin imgelem alanı da oldukça geniştir; yalnızca gökteki ışık değil, güzellik, dinginlik, yüz yuvarlaklığı gibi çağrışımlar da taşır.
Coğrafî ve Kültürel Katmanlar: Işığın Yönüne Göre Dil
Bu farklılaşmanın arkasında yalnızca iklim değil, kültürel gökyüzü tasavvurları da bulunur. Anadolu’da güneşe bağlılık ön plandadır; ama kuzeye gidildikçe, özellikle İdil-Ural ve Sibirya çevresindeki Türk boylarında ay, zamansal ve sembolik merkez hâline gelir. Dolayısıyla çiçeğe verilen ad, onun neye yöneldiğinden çok, halkın hangi gök cismine anlam yüklediğiyle ilişkilidir.
Bu adlandırmalar aynı zamanda Türk dillerinin imge üretme biçimlerini de gösterir. Aynı gözleme (çiçeğin yönelimi) farklı kültürel merceklerden bakılınca iki ayrı isim doğurur: biri ışığın kaynağına (güneş), diğeri ışığın biçimine (ay) odaklanır. Bu durum yalnızca lügat farkı değil; bir bakış farkıdır.
Güneş ile Ay Arasında: Dilin Gökyüzü
Güneş ve Ay, Türk mitolojisinde kardeş ruhlar gibi düşünülür. Biri gündüzün ruhunu taşır, diğeri gecenin. Kimi anlatılarda ise ikisi aynı anda gökyüzünde görünmez; biri çekilirken diğeri doğar. Bu çiçek de belki bu iki varlık arasındaki gerilimin dilsel izdüşümüdür.
Belki de ayçiçeği adının ardında yatan şey sadece bir isim verme refleksi değil, gökyüzüyle kurulan estetik bir bağın dile düşmüş halidir.
- Şemşamer Meselesi: Güneş mi, Amber mi, Kamer mi?
Adlandırmanın yarattığı titreşim sadece nesnenin görünen yüzüne değil, onun etrafındaki anlam halkalarına da yayılır. Türkçede pek kullanılmayan, ama Anadolu ağızlarında ve bazı Kürtçede geçen bir kelime var: şemşamer. Kimi kaynaklar bu kelimeyi “ayçiçeği” olarak verir; kimileri ise “güneşe benzeyen, parlak, sarı çiçekler” için genel bir ad olarak kaydeder. Ancak asıl mesele, bu kelimenin içinde yankılanan sözcüklerin ışık, gökyüzü ve doğu mistisizmi ile nasıl iç içe geçtiğidir.
Etimolojik Bileşenler: Şems + Amber + Kamer?
“Şemşamer” kelimesi yüzeyde birbirine eklenmiş üç ayrı kökten oluşuyor gibi görünür:
- Şems (شمس): Arapça kökenli, “güneş” anlamında.
- Amber (عنبر): Arapça’dan Türkçeye geçmiş bir başka kelime; deniz canlılarından elde edilen kokulu bir madde. Fakat halk arasında “amber sarısı” gibi kullanımlarla renk çağrışımı da yapar.
- Kamer (قمر): “Ay” anlamında. Farsça ve Arapça kökenli pek çok şiirde, sevgilinin yüzü için kullanılan mecazlardan biridir.
Bu üç kelimenin birleşimi gibi görünen şemşamer, bir tür halk etimolojisiyle yorumlandığında, “Güneşten ışık almış, amber gibi kokulu ya da renkli ve ay gibi güzel bir çiçek” imgesiyle anlam katmanlarını derinleştirir. Yani bu ad, yalnızca bir çiçeği tanımlamaz; onun güneşten aldığı ışıltıyı, ayla kurduğu estetik bağı ve renk/koku gibi duyusal çağrışımları da içine alır.
Bu tür halk türetmeleri, özellikle çok dilli bölgelerde yaygındır. Anadolu’nun doğusunda, Kürtçe, Türkçe, Zazaca, Arapça, Farsça gibi dillerin iç içe geçtiği alanlarda, bazı kelimeler adeta diller arası geçit haline gelir. Şemşamer, bu geçitlerin en çarpıcı örneklerinden biridir.
Kürtçede Şemşamer: Aynı Çiçek, Farklı Işık
Kürtçede “şemşamer” kelimesi özellikle Botan bölgesinde ve Hakkari çevresinde “güneşe benzeyen sarı çiçekler” için kullanılır. Bazen bu çiçek doğrudan ayçiçeğidir, bazen de yabanî ayçiçeği türlerine verilen bir addır. Burada dikkat çekici olan, kelimenin halk tarafından doğrudan görselliğe bağlanmasıdır: sarı, büyük, göz gibi bakan, güneşe dönük…
Kürtçede “şemşamer”in bir diğer işlevi ise zaman belirticisi olarak ortaya çıkar. Kimi bölgelerde bu çiçeğin açması, yazın tam ortasını ya da günlerin en parlak dönemini simgeler. Yani tıpkı Türk dillerinde “günəbaxan”ın güneşe bağlı zaman ölçüsünü hatırlatması gibi, burada da doğaya bakılarak zaman tayin edilir.
Çiçek Değil, Gökyüzü Tasavvuru
“Şemşamer” yalnızca botanik bir adlandırma değil, aynı zamanda bir gökyüzü tasavvurunun çiçeğe yansımasıdır. Bu çiçek güneşten doğar, ayla güzelleşir, amberle kokar. Gökyüzüyle kurduğu bağ, sadece ışığa dönmesiyle sınırlı değildir; o gökyüzüyle konuşan, onu yansıtan, onu tekrarlayan bir varlıktır.
Bu yönüyle şemşamer, Türkçe’deki “günebakan”dan ayrılır. Günebakan, eylem bildiren bir kelimedir; izleyen, takip eden bir karakteri vardır. Oysa şemşamer, güneşi taşıyan, onunla özdeşleşmiş bir çiçek gibidir. Bu, diller arası bakış farkının bir başka örneğidir: biri dışsal bir yönelimi anlatır, diğeri içsel bir özdeşliği.
Dildeki Şiirsel Artık: Adın Arkeolojisi
Dil bazen doğrudan göstermez; çağrışımlarla, ses benzerlikleriyle, kültürel transferlerle hareket eder. Şemşamer kelimesi de böyle bir şiirsel artık gibidir. Belki hiç kimse bu kelimeyi ilk kez “şems+kamer” diye düşünerek üretmedi. Ama zamanla sesler birleşti, anlamlar sarktı, gökyüzü çiçeğin adında yankılandı.
Bugün biri size “şemşamer” dediğinde, bu kelimenin anlamını tam olarak sözlükten bulamazsınız. Ama kulakta kalan ses, ağızdan çıkan ritim, çiçeğin parlaklığıyla birleştiğinde, zihninizde bir imge oluşur. Bu imge bir bilgi değil, bir sezgi taşır. Dilin en güçlü yerlerinden biri de budur: doğrudan değil, çağrışımla konuşmak.
- Bir Dilsel Mecaz Olarak Ayçiçeği
Her çiçek bir simgedir; ama bazı çiçekler doğrudan bir dile, bir yönelime, hatta bir dünya görüşüne dönüşür. Ayçiçeği, yalnızca güneşe yönelen bir bitki değil, aynı zamanda bir bakışın, bir inancın, bir ısrarın çiçeğidir. Bu yüzden onun adı farklı dillerde farklı şekilde telaffuz edilirken, her seferinde anlamı biraz daha genişler, biraz daha derinleşir. Bu bölümde ayçiçeğini yalnızca bir bitki olarak değil, bir mecaz olarak, bir dilsel imge olarak, bir varlık tasarımı olarak okumaya çalışacağız.
Güneşe Bakan Değil, Güneşi Bekleyen
Türkçede kullanılan “günebakan” kelimesi, çiçeğin hareketine dair açık bir anlatıdır: bakan, yönelen, yüz çeviren. Ancak bu eylemsellik pasif bir izleyiş değildir; adeta bir yön tayini, bir tür varoluşsal pusuladır. Ayçiçeği karanlıkta değil, ışıkta yaşar. Karanlıkta başını eğer, ama güneş doğduğunda kendine gelir. Bu yönelim biçimi, insanın da ışığı arayan doğasını çağrıştırır.
Ayçiçeği bu haliyle yalnızca bir bitki değildir; bir karakter özeti, bir duruş biçimi, bir tavırdır. Bu yüzden halk arasında “hep ışığa bakan” insanlar için mecazi olarak kullanılır. Şairler için de böyledir: ışığı inatla arayan, kendi ekseninde dönen ama yönünü kaybetmeyen bir metafor.
Kürtçede Sessizce Açan Bir Bekleyiş
Kürtçede “şemşamer”in ya da benzeri biçimlerin yüklediği anlamda bu mecaz, daha içrek, daha sessizdir. Çiçek açıkça ışığa yönelir ama bunu dillendirmez. Bir tür bekleyişin çiçeğidir o: açık alanlarda, yalın rüzgârlarda, yalnız dağ yollarında çıkan bir tür suskun arayıştır. Kürt halk şairlerinin türkülerinde geçen “çiçek gibi açmak” metaforu da çoğu zaman karanlıkla, yalnızlıkla, sabırla birlikte anılır. Yani çiçek, güneşe bakar ama o bakış bir umut kadar, bir bekleyişin de işaretidir.
Buradaki şiirsellik, doğrudan bir eylemden değil, varlığın kendisine sinmiş bir yönelimden beslenir. Ayçiçeği burada yalnızca dönen bir baş değil, sabit bir sabırdır.
Doğunun ve Batının Çiçeği: Adlandırma ile Duruş Arasındaki Fark
Doğu dillerinde –Arapça, Kürtçe, Farsça gibi– ayçiçeği genellikle doğrudan güneşe bağlanır. “Şems” ya da “xur” kökü çiçeğin temel belirleyicisi olur. Bu isimlendirmeler, çiçeğin fiziksel eyleminden çok, ışığa aitliğini vurgular. Yani çiçek bir varlık olarak tanımlanır: güneşin çiçeği, ışığın izi, doğunun gözbebeği.
Batı dillerinde ise (örneğin İngilizce “sunflower”, Fransızca “tournesol”, Almanca “Sonnenblume”) isimlendirme çoğu zaman hareketi esas alır. “Tournesol” (güneş-dönen), güneşi takip eden bir döngüyü anlatır. Bu fark aslında iki farklı bakış açısının dildeki izdüşümüdür:
- Doğu: varlığa ilişkin bir bağ kurar.
- Batı: hareket ve işlev üzerine bir anlam inşa eder.
Bu iki yönelim biçimi ayçiçeği gibi sade bir bitkinin bile nasıl bir felsefi alegoriye dönüşebileceğini gösterir.
Ayçiçeği ve İnsan: Ruhun Gölgesiz Arayışı
Ayçiçeği gölgesiz bir çiçektir. Başka çiçekler gibi gölgede büyümez, hatta gölgeden uzak durur. Bu özelliğiyle adeta ruhun karanlıktan kaçışı, insanın kendini tamamlamak için ışığa yönelmesi gibidir. Tasavvufta “ışık” hakikati, “karanlık” ise gafleti simgeler. Bu açıdan ayçiçeği, ne tam olarak bir çiçek ne de bir bitkidir; o, insanın içindeki arayışın suretidir.
İnsan da zamanla yüzünü hep bir yöne çevirir. Kimi zaman içindeki güneşe, kimi zaman başka birinin ışığına. Ama her durumda, o baş döndürmeyen sadakatle yöneldiği yeri bekler. İşte ayçiçeği bu bekleyişin çiçeğidir: dönerek değil, yönelerek; değişerek değil, sabrederek büyüyen.
Ayçiçeğinin İsmiyle Değil, Sessizliğiyle Anlatmak
Bazen bir çiçeğin adını söylemek gerekmez. Onu anlatan şiirlerde, hikâyelerde, halk türküleri içinde yavaşça büyür. Anadolu’da bir kızın saçına iliştirilen bir ayçiçeği, gelin duvağında gizlenen bir günebakan tohumu, bir mezar taşının gölgesinde açmış bir sarı çiçek… Bunların hepsi, bir kelimenin ötesinde, bir duygunun kalıcılığıdır.
Ayçiçeği, işte bu yüzden bir çiçek değil, bir görüş biçimi, bir bakış ısrarı, bir varlık tutumudur. Onu anlatan kelimeler değişebilir: günəbaxan, şemşamer, günebakan… Ama hangi dilde anılırsa anılsın, o hep aynı göğe bakar.
- Bitkilere İnsan Yüzü Vermek: İmgeli Adlandırma Geleneği
Türkçede bitkilerin isimlendirilme biçimi, yalnızca bilimsel sınıflamaya dayalı değildir; aynı zamanda duygusal, kültürel ve estetik bir anlamlandırma sürecinin ürünüdür. Bu adlandırmalarda doğayla insan arasındaki sınırlar silinir; bitkiler, insan davranışları, duyguları, beden uzuvları ve toplumsal roller üzerinden yeniden kurulur. Bir başka deyişle, doğa, insan dilinde bir kişiliğe, bir yüz ifadesine, bir hal ve tavıra bürünür.
Bu durumun en görünür örneklerinden biri, bitkilere verilen halk isimleridir. Örneğin gelinparmağı, sadece narin yapısıyla değil, ismindeki çağrışımla da kırılgan bir zarafeti temsil eder. İncecik dalları, hassas çiçekleriyle bir gelinin utangaç parmaklarını çağrıştırır. Aslanyüreği ise güçlü, dayanıklı ve meydan okuyucu yapısıyla cesaretin bir ifadesidir. Sanki bir bağın ortasında dimdik duran ve tüm fırtınalara karşı gövdesini siper eden bir koruyucudur.
Kocakarısoğanı, sadece bir bitkinin adı değil, kültürel bellekteki bir figürün – yaşlı, bilge, biraz aksi ama şifalı kadın karakterinin – botanik izdüşümüdür. Tadı keskin, kokusu yoğun, etkisi kuvvetlidir; tıpkı anlatılan hikâyelerdeki “kocakarı”lar gibi.
Benzer biçimde gelin duvağı adını taşıyan bitki türleri, ince yaprakları ve zarif tül benzeri çiçek örtüsüyle hem bir giz perdesini hem de geçiciliği simgeler. Doğanın gelinlik hâli gibidir bu bitkiler; bir gün açar, ertesi gün solar.
Çoban çantası ise sadeliği, pratikliği ve işe yararlığıyla anılır. Küçücük tohum kapsülleri, bir çobanın ekmeğini koyduğu bez torbayı andırır.
İşte bu örnekler, doğanın yalnızca gözlemlenmediğini; insani bağlamlarda düşünüldüğünü, hissedildiğini ve dille yoğrulduğunu gösterir.
Bu imgeleme biçiminin en dikkat çekici örneklerinden biri ise ayçiçeğidir. Bu bitki, yalnızca güneşe yönelme davranışıyla değil, biçimsel yapısıyla da insan yüzüne benzetilir. Yuvarlak başı, ortasında göz bebeğini andıran koyu merkezi, çevresinde ise ışın gibi uzanan sarı yapraklarıyla âdeta bir gözdür.
Ancak bu göz, konuşmaz; yalnızca bakar. Her sabah güneşi selamlayan bir inanç, bir bağlılık ifadesidir bu. Ayçiçeği, bir bitkiden çok, başını güneşe dönen bir varlık, suskun bir yüz, konuşan bir bakıştır. Bu yüzden de onun adı, bir yönelimi değil, bir bakış tarzını temsil eder.
- ʿAyn, Oyuk ve Oyun: Gözün Etrafında Dönen Bir Anlamlar Halkası
Bitkilere insan yüzü vermekle başlayan anlam yolculuğu, şimdi daha soyut ve ontolojik bir seviyeye yükselir. Burada izlek, sadece fiziksel benzetmelerin ötesine geçer; dilin, tarihsel kökenlerin ve kültürel kodların içinde saklı derin bir anlamlar halkasına doğru genişler.
Arapçada “göz” kelimesi ʿayn (عين) olarak geçer. İbranice karşılığı ise ayin (עין)’dir. İlginç olan, bu kelimelerin ikisinin de kökeninin Fenike alfabesindeki ʿayin harfine dayanmasıdır. Fenike alfabesi, yazının ilk sistemlerinden biri olarak kabul edilir ve bu harfin şekli, bir gözü ya da oyuk bir boşluğu simgelemektedir. Böylece, “göz” kelimesi tarihsel olarak da “boşluk”, “bakış” ve “dönüş” kavramlarıyla sıkı sıkıya bağlıdır.
Ancak bu kök, sadece Fenike ile sınırlı değildir. Dilbilimsel araştırmalar, Arapça ve İbranice’deki ʿayn kelimesinin Proto-Semitik kökü olan ʕayn-’den geldiğini gösterir. Bu kök, hem “göz” hem de “su kaynağı, pınar, kaynak” anlamlarını aynı anda taşır. Yani aynı kök, hem bakışın merkezi olarak göz anlamını hem de yaşamın kaynağı, suyun çıktığı yer anlamını ifade eder.
Bu anlam birleşimi, Türkçede de şaşırtıcı bir şekilde günümüze ulaşmıştır. Günümüz Türkçesinde “göz” kelimesi, aynı zamanda “suyun çıkış noktası, kaynak” anlamında da kullanılır. Örneğin, bir pınarın, suyun fışkırdığı yer için “göz” denir. Bu, sadece bir tesadüf değil; dilsel ve kültürel kökenlerin derinliklerinde bir anlam sürekliliğidir.
Bu bağlamda, göz sadece bir organ değil; aynı zamanda bir boşluk, bir kaynak, içe doğru açılan bir oyuktur. Göz, baktığı şeyi içselleştirir, yönünü belirler ve dünyaya açılır. Bu yüzden dilsel kökenlerde göz ile boşluk, oyuk ve yönelme kavramları iç içe geçer.
Edward William Lane’in 1836 yılında yayımlanan ve Mısır toplumunu anlattığı eserinde bahsettiği seegà adlı oyun, bu anlamların somut bir yansımasıdır. Seegà, 25 oyuktan oluşan bir tahta üzerinde oynanır. Bu oyuklara Arapçada “oyoon” yani “gözler” denir. Oyuncular taşlarını bu gözlere yerleştirir ve oyun boyunca hareket ederler. Burada dikkat çekici olan, oyunun mekânının göz gibi boşluklardan oluşması ve taşların bu boşluklarda “bakış” ve “yönelim” kazanmasıdır.
Bu deneyim, “oyuk” ile “oyun” arasında sadece fonetik bir benzerlik değil, derin bir ontolojik bağ olduğunu gösterir. Oyuk, içe doğru açılan bir boşluk, göz gibi bir iç mekanı temsil ederken; oyun, bu boşluğun etrafında dönen, anlam bulan, yönlenen hareketin ta kendisidir. Oyun bir bakıştır; boşluğu doldurma, anlam verme ve var olma sürecidir.
Bu çerçevede, “oyun” kelimesinin kökenini ararken gözün Arapça karşılığı ʿayn ile oyuk arasındaki bağın farkına varmak; hatta ekrana uzun uzun bakakalmış olmak, bir tür şiirsel fark ediştir. Göz bir oyuktur, oyun bir bakıştır, “ayana çıkmak” ise bir içeriğin görünür hale gelmesidir.
Ve işte ayçiçeği, bu döngünün botanik bir suretidir. Göz gibi açılır, oyun gibi yön değiştirir, ama hep aynı şeyi ister: aydınlığı, fark edişi ve içeriği. Ona bakarken aslında dilin, kültürün ve insan algısının derinliklerine bakıyoruz.
- Sonuç: Ay’a mı, Güneş’e mi Dönüyor Bu Çiçek?
Ayçiçeği, görünüşte güneşe yönelir; ama adı “ay”la başlar. Bu çelişki, ilk bakışta bir astronomik yanılgı gibi görünebilir. Oysa daha derinde, bu çelişki şiirsel bir hakikate işaret eder.
“Ay”, burada gökyüzündeki uydudan ibaret değildir. Yüzün metaforudur. “Ay yüzlü” birini düşündüğümüzde, onun ışığını değil, güzelliğini, sükûnetini, bakışını tahayyül ederiz. İşte ayçiçeği de tam olarak böyle bir yüzdür. Göz gibi bakar ama ağzı yoktur. Sadece yönelir. Tıpkı bir bakış gibi; söylemez, göstermez, sadece varlığıyla dokunur.
Bu çiçek, belki de adıyla bir tür tezat kurar:
- Güneşe bakar ama ay’la anılır.
- Aydınlığa yönelir ama karanlıktan doğar.
- Kendi başını taşır ama başkasının ışığını arar.
Bu yüzden ayçiçeği, yalnızca bir bitki değil; bir metafordur. Yönelmenin, beklemenin, güzelliğin ve sessizliğin metaforu.
Belki de ayçiçeği en çok bir şiire benzer:
Kökleri karanlıkta, başı ışıkta.
Söylemekten çok göstermeye, bağırmaktan çok bakmaya, harekete değil yönelmeye meyilli.
Bu çiçek, gerçekten de ay’a mı, güneş’e mi dönüyor, bilinmez.
Ama dönüyorsa bile, o dönüş bir astronomik refleks değil,
bir şiirsel eylemdir.
SONNOT:
Göz kelimesi, doğrudan Proto-Türkçe’deki kör- kökünden türemiştir; bu kök “görmek” anlamına gelir. Eski Türkçe’de “kör-” fiili, Orhun Yazıtları’nda ve diğer eski metinlerde görüldüğü gibi “görmek” eylemini belirtir. “Köz” biçimi ise Türkiye Türkçesi’nde “göz” olarak evrilmiş, z sesinin kaynağı ise tam olarak netleşmemiştir; ancak bu ses değişimi Türk dilinin yapısal özellikleriyle uyumludur. Bu bağlamda, “göz” kelimesindeki -z sesi, genellikle ikili veya çoğul yapımında kullanılan z ekiyle bağlantılıdır; tıpkı “diz”, “omuz”, “ikiz” ve “üçüz” gibi kelimelerde olduğu gibi. Bu nedenle “göz” kelimesinin yapısında da benzer bir çoğul veya ikili anlam katmanının bulunduğu düşünülebilir.
Kör- kökü ile Proto-Hint-Avrupa okw- kökü arasında olası bir bağlantı ihtimali ise başka bir yazının konusudur.
Etiketler:
#survivorshipbias #backtest #algo #algoritmiktrade #optimizasyon
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!