Giriş: Haberin Yok Ama Ben Yine de Vardım
Gece 01.43. Telefonun ekranı, karanlık odada aniden bir yara gibi açıldı. Bir mesaj: “Çevrim içiydin, neden dönmedin?” Başka hiçbir şey yoktu. Ne bir ‘nasılsın’, ne bir selam, ne de o anın ağırlığını taşıyabilecek bir kelime. Sadece bu: çevrim içiydin ama benim için zaman ayırmadın. Bir suçlama, sessiz bir sitem, dijital bir parmak izi.
Birkaç saniye baktım ekrana. Işığı gözlerimi acıtıyordu. Hafifçe, belki de daha derinden bir iç çekiş. Sonra ekranı kapattım. Telefonu ters çevirdim, o anlamsız titreşimleri ve bildirim seslerini susturdum. Bu kapatmak değildi tam olarak, kaçmak hiç değil. Daha çok, gözünü kırpmak gibiydi. Yorulduğunda başını yana çevirmek, dayanılmaz bir parlaklıktan bir anlığına saklanmak gibi. Soluk almak için küçük bir mola.
Çevrim içiydim, evet. Gösterge yeşildi, teknik olarak oradaydım. Ama telefonum oradaydı sadece. Ben, asıl ben, o kare içinde değildim. Belki mutfakta çay demliyordum, suyun kaynama sesi, buğulu cam bardağın sıcaklığı. Belki pencereden, lambaların solgun ışığında uykuya dalmış boş sokağa bakıyordum, kimsesizliğin huzurunu dinliyordum. Belki de sadece koltuğa gömülmüş, zihnimdeki fırtınanın dinmesini bekliyordum, hiçbir şey ‘yapmıyor’dum. İşte bu ‘hiçbir şey yapmama’nın bile kutsal bir değeri, dokunulmaz bir alanı olmalıydı. Bir varoluş aralığı. Sessizliğin kendisi bir eylem, bir ihtiyaçtı çünkü.
Sonra bir karar. Son görülmeyi kapattım. O mavi tik, o çift mavi tik, o her an izlenebilir çevrim içi durumu, o “yazıyor…” hissiyatı, tüm o dijital dedektiflik ipuçlarını sildim süpürdüm ekranımdan. Artık kimse ne zaman “gördüğümü” bilemeyecekti. Ne zaman çevrim içi olduğumu, mesajı ne zaman okuduğumu, kaç saniye sonra döndüğümü… Saniyelerle, tiklerle, anlık yanıtlarla ölçülen bu sahte sadakat biçimleri – yeterdi artık. Dayanılmaz bir performans baskısıydı bu.
Sözde özgür bir çağın içindeyiz, bağlantılar sonsuz. Ama habersiz, bildirmeden durmak, bir nefes almak, sanki en büyük kabahatti. Görünmez olduğunda, kaçıyormuşsun gibi algılanıyor. Cevap yazmadığında, mutlaka bir suç işlemiş, birini incitmiş, bir yükümlülüğü savsaklamış oluyorsun. Oysa ben suçlu değildim. Sadece suskundum. Yorulmuştum. Kendi içimin sesini dinlemek istemiştim. Ne zaman “kendinle kalmak” istesen, birileri mutlaka kendine alınmış oluyor. Kendisiyle kalmak isteyen biriyle kalmak istemiyor çünkü kimse. Bu yalnızlık, onların yalnızlığını çağırıyor belki de. Bu yüzden ulaşılabilir olmamak, basit bir tercihten çok, bir savunma hattına, zihinsel bir sığınağa dönüşüyor. Bir anlık ulaşılamazlık, yok sayılmakla, görülmemekle, değersizleşmekle eşdeğer sayılıyor.
Ama ben vardım. O anda, o gece, o sessizlikte tam da oradaydım. Belki senin beklediğin yerde, senin istediğin şekilde değil, ama vardım. Haberin yoktu sadece. Fiziksel, somut, sesten arınmış bir varlıktı benimki. Ve bunun mümkün olması, hatta gerekli olması gerektiğine içten içe inandım. Dijital gösterge panosu, gerçekliğin haritası değildi çünkü.
Belki bu satırlar biraz da bunun için kaleme alınıyor:
Görünmeme hakkımı, sessiz kalma özgürlüğümü savunmak için. Her an, her saniye ulaşılabilir, yanıt verebilir, mevcut olmanın dayatılan bir zorunluluk değil; zaman zaman kaybolmanın, sığınmanın, kendine dönmenin de meşru ve değerli bir varoluş biçimi olduğunu hatırlatmak için. Dijital dünyanın aralıksız gürültüsü içinde, sessizliğin kendisinin de bir dil olduğunu, bir mesaj taşıdığını anlatmak için. Bu sessizlik kırgınlık değil, bazen derin bir saygı, bazen sadece nefes alma ihtiyacıdır. Ve en çok da… seni o an yazmadığımda, görünürde cevapsız kaldığımda bile, seni hatırladığımı; o sözcükler dökülmemiş olsa bile, senin o mesajının, o varlığının benim içimde bir yere dokunduğunu, bir iz bıraktığını fısıldamak için. Yokluğumun görüntüsü, varlığımın sessizliğini gölgeleyemez. Ben hep buradaydım. Haberin yoktu sadece. Ve bu, olması gereken, insanca olandı.
- Bölüm: Mavi Tik ve Suçun Mikro Sekansları
Her şey küçük, masum bir tikle başlıyor. İlk gri. Sonra çift gri. Ve nihayet o keskin mavi. İşte o an: teknik olarak suçu işlemiş oluyorsun. Okudun. Gördün. Ve bilinçli bir seçimle ya da değil, cevap vermedin.
Artık o mavi tik, bir onay işaretinden çok daha fazlası; sessiz bir yargı. Sustuğunun, geri dönmediğinin, öncelik vermediğinin ya da basitçe ihmal ettiğinin dijital dünyadaki somut kanıtı. İşte böylece, farkında bile olmadan verdiğin o anlık kararlar – beklemek, ertelemek, iç geçirmek, belki de sadece nefes almak istemek – “suç” olarak kayda geçiyor. Dijital hayat, bu mikro sekanslardan oluşan bir mahkeme salonuna dönüşüyor: Her tik, bir duruşma; her gecikme, bir savunma gerektiren iddia.
Bir mesaj titreşir. Görürsün. Ama zihnin bulanık, kalbin ağır, enerjin sıfır. O an içten bir cevap vermek yerine, mecburen yazsan, belki kırıcı olursun. Beklemek, bir çay demleyip zihnini toplamak, sadece susmak istersin. Fakat sistemin görünmez elleri seni itiyor: Yanıt ver. Hemen. Şimdi. Görmezden geliyorsan, bu bir kabahat; geç kalıyorsan, pişmanlık duymalısın. Bu, dijital çağın dayattığı acımasız bir duygusal performans.
Platformlar, insani refleksleri metrik avlara dönüştürdü. Kim ne zaman yazdı? Ne zaman okundu? Kaç dakika sonra yanıt geldi? İlişkiler, bir duygu alışverişi olmaktan çıkıp bir veri akış tablosu gibi izlenir, analiz edilir, yargılanır hale geldi. Sadakat, yanıt süresinin kısalığıyla; anlayış, sürekli “erişilebilir” olmakla karıştırılıyor.
Oysa biz insanlar, sabit bir sinyal yayını değiliz. Dalgalıyız. Bazen içimize çekilir, sessiz bir mağaraya kapanırız. Bazen sevdiğimiz birinin bile mesajına, o an, “daha fazlasını” kaldıramayız. Biri kalbimizdeyken bile, bir süreliğine görünmez olma ihtiyacı duyarız. Ve bu geçicidir, insanidir. Fakat algoritmalar geçiciye, belirsizliğe, gri tonlara yer bırakmaz. Onlar ikili mantık ister: Tik ya mavidir ya değil. Ya buradasın, ya yoksun. Arada bir limbo yok.
Bu yüzden, mavi tik sadece bir özellik değil; ilişkilerin dokusuna sızan, görünmez bir disiplin mekanizması. Sürekli izleniyor, ölçülüyor ve zamanla bu ölçütü içselleştiriyorsun: “Hemen dönmeliyim, yoksa…”, “Bir şey yazmazsam ayıp…”, “Az önce çevrim içiydim, şimdi görmezden gelirsem sanki…”
Sanki ne? Sanki kötü biri olurum. Sanki ilgisiz, sevgisiz, bencil biriyimdir. Oysa belki sadece uyuyakalmıştım. Belki zihnim dağınıktı. Belki de o mesaja verilecek en dürüst tepki, o an sessiz kalmaktı.
Ama artık beklenen dürüstlük değil; sürekli sinyal. Sürekli “mevcudiyet”. Sürekli bir “hazırım” hali.
Ve ben… artık her an hazır olmak istemiyorum. Mikro sekanslardan oluşan bu dijital mahkemeden çekilmek istiyorum. Suçsuzluğum, sessizliğimde saklı.
- Bölüm: Görünürlük Zorbalığı – 7/24 Işık Altında Yaşamak
Artık bir şey söylemen bile gerekmiyor. Tek talep edilen şu: Görün. Işıkların altında dur. Sürekli erişilebilir, sürekli izlenebilir ol. Sistemin seni var sayması için tek koşul bu: Parlak bir ekranda küçük bir yeşil nokta olarak yanman. Bir sinyal yayını. Bir konum verisi. Bir canlı yayın.
Sadece gözlerinin içine değil, “çevrim içi” ışığına bakılan bir çağdayız. Varlık, bir hal olmaktan çıkıp sürekli yanıp sönen bir ikona dönüştü. Sessizlik, boşlukta büyüyen bir şüpheye; yokluk, tartışılmaz bir kabahate evrildi. “Son görülme” zamanın, dijital bir nabız sayacı gibi parmaklarının ucunda atıyor. “Gece üçte çevrim içiymişsin ama bana dönmedin.” “Mesajımı gördün, tik mavi oldu, hâlâ sessizsin.” “Uygulamaya girdin çıktın, beni atladın.” Her hareketin altında bir niyet aranıyor; her duraklama, bir suçlama doğuruyor: Ya kayıtsızlıktır, ya kin, ya da başkasına ayrılan zaman. Görülme ihtimalin bile paranoyayı beslerken, görünmek zorunluluğun bir yorgunluktan öte, sistematik bir şiddet biçimine dönüşüyor.
İletişim bir tercih olmaktan çıktı; var olmanın tek meşru yolu haline geldi. Görünmüyorsan, yoksun. Sessizsen, eksiksin. Herkes, aralıksız spot ışıkları altında bir sahneye mahkûm: Bildirimler yağmur gibi yağıyor, sorular art arda sıralanıyor, beklentiler katman katman birikiyor. Görülmediysen küskünlük, geç döndüysen sorgu, anında yanıt vermediysen güvensizlik doğuyor. Tikler ve saniyeler üzerinden kurulan bu acımasız sosyal sözleşme, insani ilişkileri rakamlara ve sinyallere indirgiyor. Bir akış tablosundaki veri noktalarına.
Bu düzen, zamanla bireyin kendi görünürlüğünü sürekli denetlediği, kendini “dışarıdaki göz”e göre düzenlediği bir içsel zorbalığa evriliyor. Foucault’nun Panoptikon’u artık cebimizde: “Kimse seni izlemiyor olsa bile, her an izleniyor olabileceğin bilgisi” davranışını şekillendiriyor. Eskiden bu sadece bir olasılıktı; şimdi ise soluduğumuz hava. Hiçbir gerçek göz bizi takip etmese bile, her an kayıt altında olma hissiyle yaşıyoruz. Bu dijital gözetim, kendi kendini inşa eden bir hapishane.
Bu yüzden “çevrim içi” olmak sadece bir bağlantı durumu değil, var olma mecburiyeti. Tıpkı gece yarısı sokak lambaları altında, vitrinde uyumaya zorlanan bir manken gibi. Hep orada, hep hazır, hep görünür olman bekleniyor. Gölgeye çekilmen, perdeyi çekmen, hatta bir anlık soluklanman bile ihanet gibi yorumlanabiliyor. Işık, bir noktadan sonra aydınlatmaz; kör eder. Sürekli parıltı, gerçeği değil, sadece yansımaları gösterir.
Oysa insan, bir gösteri nesnesi değil. Düşünmek için karanlığa; acıyı sindirmek için sessizliğe; sevgiyi derinleştirmek için yalnızlığa ihtiyaç duyan bir varlık. Sürekli “görünür” olma baskısı, içimizdeki o kutsal karanlık odaları işgale dönüşüyor. Herkesin her an ışık altında olması, aslında kimsenin gerçekte görülememesiyle sonuçlanıyor. Çünkü sürekli kendimizi sergileme telaşı içinde, içimizdeki sessizliği, o tanımlanamaz özü bastırıyoruz. Ve belki de en çok o sessizlikte kim olduğumuzu anlayabilirdik. Işık gürültüsü, ruhun fısıltısını boğuyor.
Bu yüzden, görünürlük zorbalığına karşı ilk direniş, “orada olmamakla” başlar. Çevrim dışı kalmaktan öte; görünmeme hakkını, sessiz kalma özgürlüğünü, dijital dünyanın dayattığı sahne ışıklarından sıyrılma cesaretini geri kazanmakla. Belki de bazen hiçbir sinyal vermemek gerekir. Arkamızda sadece karanlık, dingin bir boşluk bırakarak. Çünkü bazen gerçek varlık, en derin sessizlikte kendini gösterir. Ve o sessizlik, asla yokluk değildir.
*Ek not:
Panoptikon metaforunun bu bağlamda geçerli olmadığı, çünkü panoptik yapının asimetrik bir iktidar ilişkisi gerektirdiği öne sürülebilir. Yani biri yukarıda, gözetleyen pozisyonda olmalı; diğeri aşağıda, denetlenen… Oysa dijital iletişimde bu ilişki, görünürde denk bireyler arasında kuruluyor. Ancak mesele tam da burada başlıyor: Günümüzün dijital panoptizmi, bireyler arasındaki denklik algısını bozuyor. Artık kimse yalnızca gözetlenen değil; hepimiz aynı anda hem gözetleyen hem de gözetleneniz. Foucault’nun panoptikonunda gardiyan görünmezdi ama sürekli orada olabilirdi. Bugünün dijital düzeninde, ‘görünüyor olma ihtimali’ herkes için geçerli. Ve bu ihtimal, birbirinin dengi bireyleri görünürlüğe zorlayan, mevcudiyet performansına iten bir tahakküm biçimine dönüştü. Artık kimse yalnızca arkadaş, sevgili ya da tanıdık değil; aynı zamanda birbirine karşı şeffaflık ve anlık erişilebilirlik bekleyen bir tür mikro denetim otoritesi. İşte bu yüzden panoptikon kavramı hâlâ geçerli; çünkü görünürde denk olan bireyler, fiilen birbiri üzerinde asimetrik bir baskı kuruyor. Tahakküm artık bir kişinin pozisyonunda değil, sistemin içselleştirilmiş yapısında gizli.
- Bölüm: Görünmeme Hakkı – Sessizlik de Bir Hâldir
“Görünmemek”, dijital çağda artık bir suç unsuru gibi kodlanıyor. Sessiz kalmak, bağlantı koparmak, cevap vermemek; bilinçli bir ihlal, hatta kişisel bir hakaret sayılıyor. Oysa bu, insan olmanın en temel gerekliliklerinden birine karşı açılmış topyekûn bir savaş: Kendi başına kalabilme hakkı.
Çevrimdışı olmak bir tercihtir, kimseyi yok saymak değil. Cevap vermemek, bazen içsel bir yankı sürecidir; duymamak değil, daha derinden duymaya çalışmaktır. Günümüzün acımasız iletişim rejimi, bu içe dönük hallerin hepsini kişisel eksiklik gibi yorumluyor. Ama belki de sorun, artık sessizliğe alan tanımayan bir sistemde yaşıyor olmamız.
İnsanlık tarihi boyunca, yalnızlık bir eksiklik değil, bir tür olgunluk göstergesiydi. Kendine yürüyüşler vardı mesela. Sabahın erken saatlerinde çıkılan, kimseye haber verilmeden yapılan sessiz yürüyüşler. Ya da geciken mektuplar, haftalar sonra gelen cevaplar. Bütün bunlar, iletişimin ritminde doğal boşluklar yaratırdı; o boşluklarda düşünceler büyür, duygular yerini bulurdu. Kimse mektubun hemen gelmemesini “ilgisizlik” olarak algılamazdı. Sessizlik, sabrın ve anlayışın bir uzantısıydı.
Bugünse, görünmemek anında sorgulanıyor. Uygulamaya girmediğin beş saat içinde bir şeylerin “ters” gittiği varsayılıyor. Cevap vermemek bir tür “gizli düşmanlık” sayılıyor. Oysa bazen, konuşmamak en içten yanıt olabilir. Bazen, görünmemek en çok var olmaktır.
Teknolojiyle birlikte yalnızlık imkânı değil, yalnız kalmaya dair sabır ortadan kalktı. Artık herkes, her an ulaşılabilir olmanın hem baskısını yaşıyor hem de bu ulaşılabilirliği başkalarından talep ediyor. Böylece iletişim, bir bağ kurma biçiminden çıkıp bir tahakküm aracına dönüşüyor: “Yazdım, gördün, neden cevap vermedin?” Bu cümledeki beklenti, insani bir ihtiyaçtan çok, dijital bir mutlakiyet talebidir.
Ama görünmeme hakkı, bir tür insanlık onurudur. Tıpkı düşünce özgürlüğü gibi, varoluşun sessiz katmanlarında gezinme hakkı. Her şeyi paylaşmak, her ana şahitlik etmek, her çağrıya yanıt vermek zorunda değiliz. Bazı cümleler, içimizde kurulmalı sadece. Bazı duygular, kendi içine çekilerek var olmalı. Bazen cevap vermemek, bir şeyi önemsemediğimiz için değil; onu kelimelere sığdıramadığımız içindir.
“Görünmemek”, günümüzde bir tür sosyal kayıp olarak algılansa da, aslında bir direniş biçimidir. Giderek daha çok ışığa, daha çok tepkiye, daha çok sinyale zorlandığımız bu dünyada, bazen karanlıkta kalmak bir tür sağ kalma refleksidir. Bilinçli bir geri çekiliş, görünürlük zorbalığına karşı atılmış sessiz ama sarsıcı bir adımdır.
Çünkü sessizlik de bir hâl’dir. Kendi içinde bütün bir varoluşu taşıyabilir. Görülmemek, kimi zaman daha hakiki bir temasın ön koşuludur. Dış dünyadan değil, içerden beslenen bir mevcudiyet. Ve belki de en çok orada, o görünmeyen anlarda; kendimize, başkasına ve hayata dair asıl fark edişleri yaşarız.
Bu yüzden “görünmeme hakkı” sadece dijital bir tercih değil, insani bir ihtiyaçtır. Işıklardan uzak, sinyallerin sustuğu, sadece kendi iç sesimizin yankılandığı o nadir anlar… İşte orası, kim olduğumuzu yeniden hatırlayabildiğimiz yerdir.
- Bölüm: Görüldü – Sessizliğin Suçu / Verinin Sesi, İnsanlığın Sessizliği
Dijital ağların görünmez ipliklerine takılı modern insan, artık sadece var olmakla yetinemiyor; varlığını saniyeler içinde onaylatmak, sürekli kanıtlamak zorunda bırakılıyor. Mavi tikler, kalp emojileri, story yanıtları, anlık beğeniler… Bu minik dijital işaretler, görünürlük zorbalığının günlük silahlarına dönüştü. Sistem, sessizliği tolere etmiyor; onu bir eksiklik, hatta suç olarak kodluyor. Görülmemiş olmak belki bir olasılıkken, görülüp cevapsız kalmak, anında karşılık vermemek, küçük bir işareti atlamak bile sosyal krizlere, kuşku sarmallarına, ilişkilerde mikro çatlaklara yol açıyor. Sessizlik, dijital dilde “kayıtsızlık” veya “ihanet” olarak çevriliyor.
Bir zamanlar iletişim nefes alırdı. Mektuplar günler, haftalar sürerdi; telefonlar birkaç kez çalar, cevapsız kalırsa “sonra ararım” denirdi; bu doğaldı, insanın zamana, düşünceye, içsel bir hazırlığa ihtiyacı olduğu kabul edilirdi. Şimdiyse, her tik bir sayısal kalp atışı gibi anlık nabız tutuyor. Her beğeni, her yorum, anında beklenen bir borç. Dijital dünya, sürekli ve acil bir tepki üretmeyi zorunlu kılıyor. Pasif kalmak, geri çekilmek, insanın en temel varoluş hallerinden biri olan “zamanı tanıma” lüksü reddediliyor. İletişim, bir tercihten, zorunlu bir performansa evrildi. “Görüldü” yazısı, bir onay değil, bir yükümlülük bildirgesi.
Oysa gerçek duygu, en saf haliyle, nadiren anında patlar. Gecikir. Düşünülür, içeride döner, yoğrulur, sindirilir. Keder, sevinç, öfke bile zamana ihtiyaç duyar; derinleşmek için bir sürece. Anlık tepkinin ötesinde, bir olgunluk kazanır. Ancak dijital çağ, bu kutsal gecikmeye yer bırakmıyor. Sabır, neredeyse arkaik bir erdem haline geldi. İnsanlar arasındaki duygusal mesafeler açılırken, ani, yüzeysel, bazen düşüncesiz tepkiler birincil dil haline geliyor. Bu “hızlı tüketim iletişimi”, ilişkilerin özünü yüzeyselleştiriyor, mekanikleştiriyor. Sevgi bile acil bir yanıt bekliyor; düşünce bile anında ifade edilmeli. Duyguların soluk alacağı zaman reddediliyor; insanın sessizliği, düşünme aralığı, gecikmiş cevabı “anlamazlık”, “umursamazlık”, hatta “değersiz görme” olarak damgalanıyor.
Sonuçta, verinin gürültüsü, insanlığın sessizliğini bastırıyor. ‘Görüldü’ ibaresi, bir tür toplumsal imza, dijital bir mühür haline gelirken, insan ruhunun karanlık ve verimli derinlikleri gözden kaçıyor. Dijital çağın bu yeni tiranlığı, gerçek iletişimin temelini oluşturan empatiyi, sabrı, derin dinlemeyi kemiriyor. Belki de en trajik olanı, insanın kendi zamanında ve kendi ritminde hissetme, düşünme, tepki verme hakkının elinden alınmasıdır. Bu zorunlu hız, sadece dijital bir yorgunluk değil, derin bir duygusal yoksullaşmanın da hızını artırıyor. Veri konuşuyor, insanlık susturuluyor. Ve sessizlik, en büyük suç olarak kayda geçiyor.
- Ulaşılamazlık da Bir İletişimdir: Sessizliğin Grameri
Bazen bir mesajı göndermemek, bir aramayı ertelemek, bir bildirimi görmezden gelmek, “sadece meşguldüm”ün ötesinde, derin bir dilin sessiz harfleridir. Sessizlik, her zaman boşluk değil; bazen en yoğun doluluk halidir. Birine ulaşamamak, çoğu zaman ona değil, kendi içindeki o karanlık, tanımsız yere temas edememekten kaynaklanır. Modern iletişim biçimleri, bu içe dönük sessizliği “arıza”, “kayıtsızlık” veya “sosyal hata” olarak kodlasa da, belki de gerçek temas, görünürlükle değil, görünmezliğin beslediği o derin iç diyalogda başlar. Çünkü ulaşılamazlık da bir iletişimdir — bir mesafe bildirisi, bir iç dökümünün sinyali, ruhun kendi kendine fısıldadığı bir gramer.
Dijital çağ, bizi teknik olarak her an erişilebilir kılarak, paradoksal bir şekilde daha derin bir yalnızlığa itti. Herkes, her an her yerdeymiş gibi görünüyor, ama kimse gerçek anlamda bir yerde değil. Varlığımızı sürekli dijital pencerelerden dışarıya sunmak, dışa dönük bir tükeniş yaratıyor. İşte tam da bu yüzden, görünmemek artık bir yokluk işareti değil; bilinçli bir geri çekiliş, kendini koruma biçimi, hatta seçilmiş bir temas yöntemi. Sustukça kaçmıyoruz; belki de en nihayetinde, gürültünün altında kaybolan o öz varlığımıza yaklaşıyoruz. Sessizlik, bir kopuş değil, bir dönüş yolculuğu.
Birini aramamak, yazmamak, görülüp cevaplamamak… Bunlar salt iletişimsizlik değil; bir iletişim biçiminin ters yüz edilmiş, içe dönük halidir. Çünkü her dış temas arzusu, önce kendinle kurulan sağlam bir temastan filizlenir. Başkalarına bir şey söylemeden önce, kendine ne hissettiğini, neye ihtiyaç duyduğunu, hangi duyguyu taşıyamadığını duyabilmek gerekir. Aksi halde, her mesaj bir yankı, her tepki bir refleks, her sohbet bir performansa dönüşür. Belki de bazen birine cevap vermemek, onu görmezden gelmek değil, kendi içindeki çalkantıyı dinlemek, o fırtınada kaybolmamak için kendine kulak vermektir.
Dijital yalnızlık, çoğunlukla bir kırgınlık veya dışlanmışlık duygusuyla tanımlanır. Oysa bazen bu yalnızlık, seçilmiş bir inziva, gönüllü bir sığınaktır. Uygulamalardan çıkmak, sohbetleri sessize almak, bildirimleri susturmak bir kaçış değil; kendine alan açma cesaretidir. İnsan, iç sesinin cılız çığlığını duyabilmek için dış dünyanın sürekli uğultusunu kısmak zorundadır. Bu sessizlik, bu ulaşılamazlık hali, bir eksiklik değil; bir arınma, bir yeniden doğuş, zihnin dağılmış parçalarını toparlama eylemidir.
Ulaşılamaz olmak, soğukluk veya ilgisizlik değil; bazen kendi merkezine çekilme, iç dengeni bulma çabasıdır. Bu merkez, dünyayla bağı reddetmez; sadece bu bağı kendi ritminde, kendi bütünlüğünü koruyarak kurmak ister. Sürekli açık bir hat üzerinde yaşamak, insanı tükenmişliğe mahkûm eden dijital bir asimilasyondur. Oysa bazen bir süreliğine “çevrimdışı” olmak, hakiki bir karşılaşmanın, otantik bir temasın ilk adımıdır. Kendine dönmeyi bilmeyen, başkasına da gerçekten dönemez.
Ve belki de en hakiki iletişim, bazen hiçbir sinyal göndermemeyi seçmektir. Çünkü orada, tam da o kasıtlı boşlukta, görünmeyişin karanlığında, gerçek ihtiyaç kendini gösterir. Sessizlik konuşur. Yokluk varlığı besler. Ve ulaşılamazlık, belki de en derin “Ben buradayım” demektir.
- İfade Etmemek Hakkı: Sustuklarımıza da Yer Açmak
Günümüzün iletişim rejimi, sadece konuşanları değil, sürekli konuşanları ödüllendiriyor. Her fikrin anında dile getirilmesi, her duygunun saniyesinde etiketlenip sunulması bekleniyor. Hatta bazen hissetmeden önce anlatmak, anlamadan önce cevap vermek zorunda kalıyoruz. “Ne hissediyorsun?” sorusu, bir ilgi ifadesinden çok bir zorunluluk haline geldiğinde, insanın iç ritmini bozan bir sorguya dönüşüyor. Oysa her duygunun dile gelmeye hakkı yoktur; bazısı henüz olgunlaşmamıştır, bazısı kelimeye indirgenince anlamını yitirir.
Cevap vermemek, anında tepki göstermemek, çoğu zaman bir duyarsızlık değil; içsel bir sürecin sürdüğünü gösterir. İnsan, bazen susarak düşünebilir; kelimesizliğe çekilerek duygusunu büyütebilir. Bu bir kaçış değil, aksine sorumluluğun daha derin bir biçimidir. Çünkü her düşünce dile gelmeye hazır değildir. Bazen kelimeler, düşüncenin üzerinde henüz kabuk bağlamamış bir yaraya dönüşür.
Şeffaflık ideolojisi, neredeyse bir ahlakî zorunluluğa dönüştü: “Ne hissediyorsan söyle”, “İçinden geçeni paylaş”, “Kendin ol”. Ama kendin olmak her zaman ifşa etmek değildir. Bireyin bütünlüğü, yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da oluşur. Ve bazen ifade etmeme kararı, kendine karşı gösterilen en büyük sadakattir. Çünkü bazı duygular, söze gelince eksilir; bazı düşünceler, paylaşıldığında yüzeyselleşir.
Anlatmadığımız, yazmadığımız, hatta kendi kendimize bile tam itiraf edemediğimiz şeyler vardır. Bu sustuklarımızı yük değil, varlığımızın sessiz bağlaçları gibi düşünmek gerek. Onlar bizi tamamlar. İnsan sadece söyledikleriyle değil, ne zaman sustuğuyla da şekillenir.
O halde ifade etmemek, bir hak olarak yeniden tanımlanmalı. İçinden geçen her şeyin duyurulmak zorunda olmadığı bir alan açılmalı. Her suskunluk bir sorun değil; bazen bir saygıdır, bazen bir korunma çabası, bazen sadece zaman isteyen bir iç yankıdır. Anlam bazen bu boşluklarda serpilir.
Ve en önemlisi: Her sustuk, yok saymak değildir. Bazen en derin saygı, en sahici sevgi, dile getirilmediği için bozulmamıştır. Sustuklarımızı da içeren bir iletişim kültürüne ihtiyacımız var. Çünkü her kelimeye dökülen, hakikatin tamamı değildir. Kimi gerçekler, susarak daha iyi taşınır.
- Dijital Anlamda “Sığınak” Yaratmak: İç Kale Mimarisi
Evdeyken kapınızı kapatmanız, perdeleri çekmeniz, ışıkları söndürmeniz, müziğin sesini kısmınız… Bunlar ne bir küskünlük işaretidir, ne de dünyaya küsme. Daha çok, derin bir içe çekilme ihtiyacının tezahürüdür; zihnin dağılmış parçalarını toplama, duygusal bir nefes alma, ruhun kendi karanlığında dinlenme arzusu. Bu fiziksel geri çekiliş, dijital dünyada da kendine paralel bir pratik buldu: Son görülmeyi kapatmak. Çevrimiçi durumunu gizlemek. Story’leri sadece seçilmiş birkaç göze açmak. Bildirimleri sessize almak. Hatta bazen, tüm uygulamaları kırmızı noktalardan arındırmak için kapatmak… Bunlar saklanma çabaları değil; kendini, dijital çağın sürekli uğultusuna, talep yağmuruna ve görünme zorbalığına karşı korumak için inşa edilen dijital sığınaklar, modern ruhun iç kaleleridir.
Modern arayüzler ve platformlar, sürekli erişilebilirliği bir erdem, hatta bir zorunluluk olarak sunar. “Müsait misin?” sorusu bile artık anlamsızlaştı; sistem senin yerine yanıtlıyor: “Şu an aktif!” Yeşil nokta, bir davetten çok bir çağrıya dönüşüyor. Fakat insan ruhu, bir yazılım gibi sürekli “açık”, “hazır” veya “güncel” kalamaz. Her çağrıyı duymak, her bildirimi işlemek, her mesaja anında yanıt verme beklentisiyle yaşamak, zihni sürekli bölünmüşlük haline mahkûm eder. Bu dijital mevcudiyet, dikkati parçalayan, derin düşünceyi boğan, içsel diyaloğu susturan bir gürültüye dönüşür. İşte bu yüzden, son görülmeyi kapatmak bir statü tercihi veya basit bir gizlilik ayarı değil; çoğu zaman bir “psikolojik hayatta kalma tekniği”, bir zihinsel sıhhat koruma duvarıdır.
Son görülmeyi kapatmak, bir şeyi gizlemek değil; kendine ait olan zamanı steril hâle getirme, kutsal bir iç alanı koruma çabasıdır. Her iletişimin bir zamanlaması, her temasın bir hazır oluş anı vardır. Tıpkı kapısı çalınmadan, izinsiz içeri dalmanın bir ihlal olması gibi, dijital dünyada da her an “erişilebilir” olma dayatması, insanın duygusal ve zihinsel sınırlarını çiğneyebilir. Bu sınırı çizmek – “şu anda görünmüyorum” demek – bir başkasını dışlamak değil; kendi iç bütünlüğünü, konsantrasyonunu, hatta basitçe düşünme lüksünü kaybetmemek için çekilen bir çizgidir. Bu, bir reddiyeden çok, bir saygı beyanıdır – hem kendine, hem de karşındakine: “Şu an bütünümle burada olamam, ama döndüğümde gerçekten orada olacağım.”
Story’leri sadece seçilmiş insanlara açmak ise bir dışlama değil; bağın niteliğine ve derinliğine göre ayarlanmış bir dozaj, bir mahremiyet filtresidir. Herkesle her şeyi paylaşmak bir zorunluluk veya erdem değil; çoğu zaman bir yüktür. Bazı imgeler, bazı kırılgan düşünceler, bazı ham duygular, sadece belirli bakışların, belirli anlayışların şefkatine emanet edilmek ister. Bu bir ayrıcalık değil, neredeyse bir psikolojik gerekliliktir: Anlamı incitmeden taşıyabilmek için, kiminle neyi paylaştığın kadar, kiminle neyi paylaşmadığın da kritik önem taşır. Bu dijital seçicilik, ilişkilerdeki gerçek yakınlığı korumanın, samimiyeti derinleştirmenin bir yoludur.
Çevrimiçi görünmemek, dünyayla bağını koparmak değil; bu bağı kendi ritmine, kendi insani dalgalanmalarına göre yeniden tanımlama ve kurma cesaretidir. Uygulamalardan çıkmak, mesajları bilerek geç okumak, bazı sohbetleri “sessize” almak, hatta telefonu bir süreliğine baş aşağı çevirip unutmak… Bunların hiçbiri tembellik, ilgisizlik veya duyarsızlık belirtisi değildir. Tıpkı kalabalık bir odada soluk almak için pencere kenarına çekilmek, ya da yoğun bir günün ardına kendini koltuğa bırakıp gözlerini kapatmak gibi, dijital kalabalıktan da bir süreliğine uzaklaşmak, insanın en temel, en biyolojik ihtiyacıdır. Bu, bir lüks değil, zihinsel ve duygusal dengenin korunması için gerekli bir bakım eylemidir.
Ve belki de bu dijital sığınaklar – son görülmenin kapalı olduğu anlar, story’lerin sınırlı olduğu profiller, bildirimlerin sustuğu sessizlikler – modern insanın kendine açabildiği son içsel odalar, son kutsal mahremiyet alanlarıdır. Orada ekran kararır, sinyaller susar, yeşil ışıklar söner ve nihayet, dış dünyanın sürekli talepkâr gürültüsünün altında boğulmuş olan ruhun sesi yeniden duyulur. Bir mesajın gelmediği, bir story’nin paylaşılmadığı, bir “çevrimiçi” ibaresinin parlamadığı o kıymetli anlarda, gerçek anlamda kendimizle, çıplak ve maskesiz, baş başa kalırız. Bu dijital sessizlik, bir kaçış değil; dijital gözetimin ve sürekli performans dayatmasının olduğu bir çağda, içsel özerkliğini koruma, kendi zamanını ve dikkatini geri kazanma yönünde bilinçli bir direnç eylemidir. Sığınağımız, iç kaledir. Ve o kale ayakta kaldıkça, gerçek varlığımız da sürer.
- Gösterilmeyenin Ahlakı
Belki de en derin insani olan her şey, gösterilmeyenin karanlık toprağında kök salar. Sevdiğini kanıtlamak için sözcüklere dökmeden sevmek; kırıldığını duyurmak yerine sessizce taşımak; ulaşılabilir olmamayı bir reddetme değil, bir varoluş biçimi haline getirmek… Bunlar gürültüsüz bir varlığın etiğidir: Performans değil, öz; gösteriş değil, katıksız mevcudiyet. Sosyal medyada bir story’i paylaşmamak, son görülmeyi gizlemek, çevrimiçi ışığını söndürmek – bunların her biri “kendimi saklıyorum” değil, “kendime dönüyorum” diyen bir ahlaki seçimdir.
“Hem kimseyi alakadar edecek bir şey yapmadım, hem de kimseden sorgu kabul etmeyeceğim için görünürlüğü kapatmaya tenezzül etmem” sözü, dijital çağın panoptik mahkemesine atılmış bir çelik eldiven gibi duruyor. Bu gizlenmek değil; gizlenme ihtiyacını bile reddetmektir. Çünkü görünürlük ayarlarını değiştirmek, bir anlamda sistemin “seni sorgulama hakkım var” iddiasını tanımaktır. Oysa gerçek özerklik, görünmez olmakta değil, sorgulanamaz bir varlık alanı inşa etmektedir. Fakat burada trajik bir paradoks belirir: Başkaları da “sorgu kabul etmedikleri için” görünürlüğü kapattıklarını söylüyor. İşte çelişki: Sorgulanıyorsunuz çünkü açıksınız; gizlenince bu kez “sakladığın ne?” kuşkusu doğuyor; hiçbir şey yapmazsanız “neden tenezzül etmiyorsun?” yargısıyla karşılaşıyorsunuz. Her seçim yeni bir yargı kapısı açar – dijital hayatın kördüğümü budur.
“Zamanın içinde silinmek değil, zamanı geri istemek” derken kastedilen, sürekli erişilebilir olmanın çaldığı içsel zamanın gasp edilişine isyandır. Üç saat sonra gelen yanıt, görünmez geçirilen bir gün, paylaşılmamış anlar… Bunlar birer “susma eylemi“dir ama kaçmak için değil; alan açmak, yoğunlaşmak, kalmak için. Bu noktada görünmemek, sadece bir gizlilik ayarı değil; bildirimlerin çaldığı dikkati, algoritmaların gasp ettiği zamanı geri alan bir varoluş mücadelesidir. Anlık tepki değil, düşünülmüş yanıt; maruz kalmak değil, seçmek…
O küçük ayarı bile kurcalamaya tenezzül etmemek – “ne yaparsam yapayım yargılanacağım”ı bilmekten doğan bir teslimiyet değil; “sorgulanacak hiçbir şeyi önemsemem” kararlılığıdır. Çünkü asıl mesele şudur: Kendini açıklamak zorunda hissetmek, dijital köleliğin en sinsi biçimidir. Açıklamamak ise bazen en yalın özgürlüktür. Gösterilmeyen hiçbir zaman “daha az sorumluluk” demek değildir; aksine daha derin bir yük getirir: Kendine karşı düşüncenin olgunlaşmasına izin vermek, başkasına karşı aceleyle değil sahiciyle karşılık verebilmek, dijital kalabalığa karşı anlamı bölünmemiş bir dikkat sunabilmek… Her suskunluk bir alan açar; hem dinleyene hem de konuşana nefes verecek bir boşluk. Ve o boşluğun içi, çoğu zaman sözcüklerden daha çok şey taşır.
“Varlığımın kanıtı yeşil noktada değil; dokunduğum hayatlardadır” – bu, görünmezliğin onurudur. Belki de gerçek ahlak, hiçbir platformun kaydedemeyeceği o sessiz, dijitalleşmemiş anlarda saklıdır: “Bakılmamış” story’lerde, “atılmamış” mesajlarda, “okunmamış” durumlarda… Çünkü göstermemek, bazen en içli görünme biçimidir.
- Malcolm’un Gölgesi: “Gökyüzümü Benden Alamazsın”dan “Sessizliğimi de Alamazsın”a
“You can’t take the sky from me.”
Bu çelikten cümle ilk yankılandığında, galaksinin sömürgeleştirilmiş enkazları arasında direnen bir kaptanın ağzından dökülmüştü. Firefly’ın asi kaptanı Malcolm Reynolds, çürümüş bir geleceğin ortasında gökyüzünü hâlâ özgürlüğün son kalesi olarak savunuyordu. Fakat bugün o gökyüzü yıldızlarda değil, parlak ekranların içinde hapsolmuş durumda. Savaş artık uzay gemilerinde değil; bildirimlerin titrediği, son görülmelerin kaydedildiği, çevrimiçi ışıklarının söndürüldüğü dijital cephelerde veriliyor. Şimdi birileri gökyüzümüzü değil, sessizliğimizi çalmaya çalışıyor. Ve biz, bu yeni çağın karanlığında, “Sessizliğimi de benden alamazsın” diye haykırabilen modern Malcolm’ların izini sürüyoruz.
Eski mitlerde gökyüzü tanrılarla konuşma alanıydı; bilimle birlikte sonsuzluğun simgesi oldu. Bugünse dijital gökyüzümüz Wi-Fi sinyallerinden örülü, konum izleyicilerle çevrili, parlak ama hapishanevari bir ekrana dönüştü. Her şeyin görünür, her anın erişilebilir olduğu bu düzende, insanın kendi sessizliğini koruması bir tür isyana evrildi. Malcolm’un gökyüzü gibi sessizlik de artık bir mekân değil; savaşmak yerine çekilmeyi, görünür olmak yerine yerinde durmayı seçen bir tutum halini aldı. Çünkü cevap vermemek bazen sınırlarını çizmek için en saf yöntemdir; görünürlükten çıkmak bir yok oluş değil, içe doğru gerçekleşen bir yeniden doğuştur; sessizlik ise kaçış değil, seslerin gürültüsünde kaybolmadan hakikati duyabileceğin bir alan açma çabasıdır.
Malcolm bugün yaşasaydı, belki Serenity’nin değil, bir sessizlik ayarının kaptanı olurdu. “Last seen recently” değil, “never seen” seçeneğini işaretler; çünkü onun savaşı artık fiziksel silahlarla değil, sürekli ulaşılabilir olmanın köleliğine karşı sessiz kalmanın özgürlüğü arasında veriliyor. Sessizlik bir tepki ya da savunma değil; dijital gürültü denizinde bir yıldız gibi sabit duran estetik bir konumdur. Bağırmazsın, parlamazsın, sadece orada olursun. Ve o “orada olma” hâli, sana ait olan en kıymetli şeye dönüşür: İçsel özerkliğe.
“Gökyüzümü benden alamazsın” diyen adam, bir galaksi haritasını değil, özgürlük pusulasını savunuyordu. Bugün biz de sessizliğimizle aynı direnişi sürdürüyoruz:
“Sessizliğimi de benden alamazsın.”
Çünkü bu sessizlik sadece ekranın dışına çıkmak değil; insanın kendi derinliklerine doğru çekilme cesaretidir. Belki bir gün dijital gökyüzünde kaybolmuş bir başkası, senin o sessizliğini bir sinyal gibi algılayacak. Fark edecek: Burada, görünmeyen ama varlığını hissettiren biri duruyor. Sessiz ama dimdik. Ve o sessizlik, kaybolanlar için bir kurtarma işareti olacak – çünkü bazen en güçlü çağrı, hiç ses çıkarmamaktır.
- Görünmeme Hakkı ile Görünmezliğin Kötüye Kullanımı Arasındaki İnce Karanlık
Elbette görünmeme hakkı bir direniştir – ruhun iç kalesine çekiliş, dijital gürültüden arınma çabası, bütünlüğünü koruma manifestosu. Fakat hiçbir hak mutlak değilse, hiçbir özgürlük sorumluluktan azade değilse, bu kutsal sığınağın gölgesinde de karanlık köşeler gizlenebilir. Sessizliği bir etik olarak savunuyorsak, o zaman şu sorunun ağırlığını da taşımak zorundayız: Sessizliğimiz ne zaman bir sığınak değil de, bir manipülasyon bıçağına dönüşür?
Çünkü ne yazık ki görünmezlik, yalnızca korunak değil; bazen sorumluluktan kaçmanın, yüzleşmekten korkmanın, hatta karşıdakini duygusal bir labirentte kaybetmenin aracı olabiliyor. Bir duvar gibi örülüyor sessizlik: Muhatabı susturmak, belirsizlikle boğmak, iletişimi tek taraflı dondurmak için. İşte o an, görünmezlik bir hak olmaktan çıkıp iletişimsel şiddetin pasif zırhına bürünüyor.
Görünmemekle gizlenmek arasındaki fark, tıpkı susmakla susturmak arasındaki sınır kadar keskindir. “Ulaşılamaz olmak” bazen içsel bir sarsıntının, zamana ihtiyacın, nefes alma mecburiyetinin sonucudur. Ama bazen de karşı tarafı cezalandırmak, ona borçlu olduğun yanıtı “hakkım” diyerek yok saymak, gücünü belirsizlik üzerinden kurmak için kullanılır. Ve o zaman hak, artık kalkan değil, keskin bir kılıç haline gelir.
Peki bu ayrım nerede başlar? En yalın cevap şudur: Görünmezliğin yalnızca seni mi koruyor, yoksa bir başkasını bilinçli olarak yaralıyor mu? Sessizliğin bir tür içsel bakım mı yoksa duygusal bir idam sehpası mı olduğunun en net göstergesi budur.
- Eğer sustuğun halde içinde bir açıklık, bir nezaket, “döneceğim ama şimdi değil” diyen bir iç fısıltı varsa, bu meşrudur.
- Fakat sessizlik bir cezaya, belirsizlik bir işkenceye, yok sayılma bir “duygusal soğuk savaş” taktiğine dönüşmüşse: Bu artık hak değil, gücün suistimalidir.
Bazen görünmezlik, haklılığın sessiz silahıdır. “Sessizim çünkü seni aşacak kadar doluyum” cümlesi söylenmeden ima edilir. Karşı taraf açıklama arar, af diler, anlamaya çalışır; ama görünmeyen kişi yalnızca üstünlüğünü perçinler. Çünkü burada sessizlik savunma değil; tek taraflı bir iktidar alanı kurma stratejisidir.
Görünmeme hakkı bir kalkan olarak kullanıldığında değerlidir.
Ama duvara dönüştüğünde ve o duvarın ardında kendini üstün gören bir benlik saklandığında, artık bu etik bir savunma değil, psikolojik bir baskı aracıdır.
En tehlikeli olan? Bu kötüye kullanım dışarıdan asla ayırt edilemez. Biri ruhsal tükenmişlikle kendi mağarasına çekilmişken, diğeri aynı davranışı hesaplı bir duygusal satranç hamline dönüştürmüş olabilir. Aynı sessizlik, iki zıt niyeti gizler.
İşte bu yüzden görünmezliği seçen kişi, kendi içinde mutlak şeffaf olmalıdır. Kendine sorması gereken tek soru şudur:
“Bu sessizliği bir ihtiyaç olarak mı yoksa bir silah olarak mı kullanıyorum?”
Çünkü sessizliğin en dürüst biçimi, önce kendine verdiğin yanıttır.
Dijital çağda sessizlik, iki ucu da keskin bir bıçak gibidir.
Ne salt mağduriyetin sığınağıdır, ne de kayıtsız bir özgürlüğün alanı.
Bu yüzden görünmeme hakkını savunurken, bu hakkın karşı tarafın ruhunda açtığı yarıyı da unutmamak gerek. Sessizlikte bile bir etik vardır. Ve eğer bu hak içsel bir ihtiyaçtan değil de, hesaplı bir geri çekilmeden doğuyorsa; eğer karşıdakini susturmak için kullanılıyorsa; artık bir hak değil, dijital bir zulme dönüşür.
Unutma:
Görünmemek kendini korumak içindir.
Karşıyı yok saymak için değil.
Ve o ince çizgi – bazen en kalın duvarlardan daha belirgindir. Çünkü gerçek sınır, niyetin karanlığıyla aydınlığı arasında uzanır.
Kapanış: İnsanı En Çok Görmediğinizde Anlayabilirsiniz
Belki mesajınız görülmüş ama yanıtlanmamış olabilir. Evet, o küçük “görüldü” ibaresi belirmiş, sessizlik cevap olmuştur. Bunun bazen bir hayal kırıklığı, bazen de yanlış anlaşılmanın soğuk duvarı olduğunu biliyorum. Fakat bu sizden değil, o an kendi iç sesini duymaya ihtiyaç duyan insanın dijital çağdan dilenen nefes molasından ibarettir. Artık yüksek sesle haykırmanın zamanıdır:
“Her ulaşılamayan, ilgisiz değildir.”
Ulaşılabilirlik denen bu çağın tam ortasında yaşıyoruz – her şey anlık, her şey acil, her şey yanıt talep ediyor. Oysa insan, bir cevaptan çok daha derin bir varlıktır. İnsan bazen bir duraksama, bazen bir “dönülecek liman”, bazen de varlığının kıyısında duran bir “orada olmama” halidir. Bu satırlar boyunca sessizliğin sınırlarını çizdim; bunu bir savunma değil, dijital gürültüye karşı bir varoluş konumlanması olarak yaptım. Çünkü sessizlik kaçış değildir, görünmemek yok oluş değildir, görünürlük ise anlaşılmanın garantisi hiç değildir.
İnsanı en çok görmediğinizde anlayabilirsiniz. Çünkü tam o görünmezlik anında kendi ritmine, kendi karanlığının verimli toprağına, kendi ışığının titrek alevine çekilir. Ve belki de hakiki bağlar tam da o anda filizlenir:
Geri çekildiğinde hâlâ orada duranlarla,
Sustuğunda sesini içinde taşıyanlarla,
Dijital gökyüzü karardığında yıldızlarını tanıyanlarla…
Bildirimlerin sürekli yağdığı, ping’lerin acil talimatlar fısıldadığı, izlenme sayılarının varlığı ölçtüğü bu çağda, kendine dönmek küçük ama devrimci bir direniştir.
Gürültüsüz ama derin.
Küçük ama sarsıcı.
İnsanı en çok görmediğinizde anlayabilirsiniz. Çünkü bazen insanın en sahici hali, sessizliğin karanlık ipeklerine sarılı olarak belirir. Orada, hiçbir tik’in ölçemeyeceği, hiçbir “çevrimiçi” ibaresinin yakalayamayacağı bir varlık taşar – dijital olmayan, zamansız, yalın. Ve belki de bu sessizlik, size sunulabilecek en dürüst yanıttır:
“Şu an bütünüyle burada değil,
ama döndüğünde gerçekten burada olacak.”
Etiketler:
#dijital #görünmezlik #online
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!