I. GİRİŞ: Sykes-Picot’un Gölgesinde, Diplomatik Dönüşümün Maskesi

Yüz yıl önce cetvelle çizilen sınırlar, Batı’nın Orta Doğu’ya dayattığı yeni düzenin haritasıydı. Sykes-Picot yalnızca coğrafyayı bölmedi; halkları, hafızaları ve kaderleri de ayırdı. O gün bugün, bölge bir daha kendine gelemedi. Bu haritaların üzerinden geçen her nesil, bir yandan direnişin bir yandan da dağınıklığın mirasını taşıdı.

Bugün sahada artık çizilmiş sınırların değil, yeniden çizilen anlatıların devri yaşanıyor. ABD’nin Suriye özelinde geliştirdiği yeni diplomatik söylem, artık askerî işgal değil; “saygılı iş birliği”, “bölgesel çözümler” ve “yerel halklarla dayanışma” gibi kelimelerle paketleniyor. Fakat bu dönüşüm yalnızca bir dil dönüşümüdür; niyet aynı, yön aynı, faydalanan aynı kalmıştır.

Bu yeni söylem, müdahaleyi daha “katlanabilir” kılmak için inşa edilmiştir. Sykes-Picot nasıl emperyalizmin cetvelle yazılmış haleydi, bugün de “barış ve halklar” adına yapılan müdahaleler, aynı hedefi daha rafine yollarla takip etmektedir. Bu hedef, çoğu zaman açıkça zikredilmese de, tüm müdahalelerin en nihai varış noktası olarak İsrail’in güvenliğini garanti altına almak şeklinde tezahür etmektedir.

Yazının devamında, bu yeni söylemin nasıl işlediğini, Batı’nın bölge halklarını nasıl yeniden tanımladığını, rızanın nasıl üretildiğini ve tüm bu süreçlerin nasıl olup da yine İsrail’in güvenliğine çıktığını adım adım tartışacağız.

II. DİPLOMASİNİN YENİ DİLİ: Müdahalenin Estetikleştirilmesi

Geçmişte tanklarla gelen müdahale bugün kelimelerle yürütülüyor. Washington, artık “işgal” ya da “rejim değişikliği” gibi açık ve kaba ifadeler kullanmıyor; bunun yerine “bölgesel çözüm”, “halkların iradesi”, “omuz omuza durmak” gibi soyut ama sempatik kavramları tercih ediyor. Ancak bu dönüşüm, yalnızca kelime tercihinde gerçekleşmiş bir estetik değişimdir. Amacı ve sonuçları açısından müdahalenin özünde bir farklılık yoktur.

Amerikan büyükelçisinin yakın tarihli açıklamaları, bu yeni söylemin öğretici bir örneğidir. Büyükelçi, Sykes-Picot’un bölgedeki tarihsel yıkımını anımsatarak bir özeleştiri yapar gibi başlasa da, asıl maksadın dil üzerinden rıza üretmek olduğu çok açıktır:

“The era of Western interference is over… With the fall of the Assad regime, the door is open to peace.”

Bu sözler, hem Batı’nın artık müdahale etmeyeceği iddiasını taşır hem de barışın ön şartı olarak rejim değişikliğini sunar. Bir yandan geçmiş hatalar kabul edilmekte, diğer yandan o hataların benzeri -yalnızca daha rafine yollarla- yeniden dayatılmaktadır. Rejimin düşmesi, yaptırımların kaldırılması ve sonrasında gelen “yeniden doğuş” retoriği; aslında daha önce yıkılanın Batı’nın denetiminde bir versiyonla tekrar inşa edilmesinden ibarettir.

Bu yeni söylemin en karakteristik özelliği, yerel aktörleri adeta temsilci gibi göstererek emperyal projeye içsel bir meşruiyet kazandırma çabasıdır. “Suriye halkı adına”, “bölgesel ortaklarla birlikte”, “Türkiye ve Körfez ülkeleriyle omuz omuza” gibi ifadeler, müdahaleyi içeridenmiş gibi sunar. Oysa ne bu aktörlerin tam iradesi vardır, ne de o “halk” tek bir siyasal özne olarak konuşabilir.

Dahası, bu diplomatik dil, sadece dış politika araçlarıyla değil, yerli medya, sivil toplum ve akademik çevreler aracılığıyla da içeriden yeniden üretilir. Türkiye’de bu rızayı üretme görevini üstlenen bazı gazeteciler, büyükelçi açıklamalarını sözde eleştirel, gerçekte ise onaylayıcı şekilde yorumlayarak, kamuoyuna bu müdahaleyi “ılımlı”, “kaçınılmaz” ve hatta “yapıcı” bir süreç olarak pazarlamaktadır.

Bu gazeteci dili, Batı’nın geçmişte yaptığı hataları kabul ettiği süsü vererek bugünkü politikalarının aklanmasını sağlar. “Trump askerî-endüstriyel komplekse karşıydı”, “İsrail’e verilen destek gözden geçirilmeli” gibi ifadeler, gerçek bir politik eleştiri değil, sistemin içinden gelen kontrollü şüpheciliklerdir. Bu da Batı söyleminin yerel zeminlerde yeniden üretildiğinin açık göstergesidir.

📌 Türkiye Medyasında Söylem Ehlileştirmesi: Kontrollü Şüphecilikler

Batı’nın Suriye politikalarını eleştirme iddiasıyla çıkan bazı yerli medya organları, çoğu zaman bu eleştirileri sistemin çizdiği çerçevede sınırlar. Örneğin “Amerika bu kez hata yapıyor” ya da “Trump gibi bir lider, Pentagon’un savaş politikalarına karşı çıkmıştı” gibi söylemler, sistemik bir karşı çıkış değil; Batı müdahalesini kişiselleştirme ve geçici hatalara indirgeme stratejisidir. Bu tür yorumlar, kamuoyuna sahici bir eleştiri sunmaz; aksine müdahalenin kabul edilebilir biçimlerini içselleştirir. Böylece, Batı’nın dilinde yer alan “barış”, “insani müdahale”, “hak temelli diplomasi” gibi kavramlar, yerel medya aracılığıyla bir tür evcilleştirme işlevi görür. Bu da, emperyal söylemin yerli ellerle yeniden üretilmesinin en somut örneklerinden biridir.

Bu noktada şunu sormak gerekir: Eğer söylem değişmiş ama harita değişmemişse, aslında ne değişmiştir?
Cevap açıktır: Müdahalenin dili değişmiştir ama yönü ve yararlanıcısı değişmemiştir. Her kelime daha yumuşak, her kavram daha insani olsa da, tüm bu diplomatik mimari, sonunda yine İsrail’in bölgedeki mutlak güvenliğini sağlayacak bir düzenin inşasına hizmet etmektedir.

III. SÖYLEMİN TUZAĞI: “Suriye Halkı” ve Ulus Bilinci Arasında

ABD Büyükelçisinin açıklamasında öne çıkan “Syrian people” (Suriye halkı) vurgusu, ilk bakışta sahici bir dayanışma ifadesi gibi görünür. Oysa bu kavram, tıpkı “uluslararası toplum” ya da “barışçıl geçiş” gibi, diplomatik söylemin çokça kullandığı fakat çoğu zaman içi boşaltılmış, araçsallaştırılmış bir formülden ibarettir. “Suriye halkı”ndan söz ederken, kimlerden bahsedildiği kadar kimlerin dışarda bırakıldığı da önemlidir.

Gerçekte “Suriye halkı” denilen yapı; Arap, Kürt, Türkmen, Dürzi, Nusayri, Şii, Sünni, Hristiyan gibi onlarca etnik ve mezhebi kimliğin kırılgan dengesi üzerinde şekillenmiş bir mozaiği ifade eder. Bu nedenle, bu kavramın siyasi bir özneymiş gibi kullanılmasının kendisi başlı başına bir indirgemedir. Batılı diplomatlar bu çoğulluğu ya görmezden gelir, ya da kendi müdahale planları açısından “yönetilebilir bir halk” tahayyülü oluşturmak için homojenleştirirler.

Bu durum sadece epistemik bir hata değil; aynı zamanda sahada çatışmayı yeniden üreten bir stratejiye dönüşür. Çünkü Batı’nın “halk” tanımına dâhil edilmeyen unsurlar ya marjinalleştirilir ya da dış güçlerin oyuncağı hâline gelir. Bugün Kürtler, Filistinliler ya da Türkmenler yalnızca etnik varlıklarıyla değil, aynı zamanda bu tanımlar üzerinden kurulan siyasal çıkar oyunlarının parçası hâline getirilmiş durumdadır.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, etnik kimliklerin tanınmasının ötesinde, bu kimlikler adına birer devlet inşa edilmesi yönündeki çağrıların ne ölçüde bölgesel yangını körüklediğidir. Etnik temelli devletçilik, bu coğrafyada barış getirmemiştir; bilakis Orta Doğu’yu küresel emperyal projelerin pilot sahasına dönüştürmüştür. Her yeni devlet girişimi, yalnızca bir grubun özgürlüğünü değil, başka grupların dışlanmasını ve çatışmanın sürekliliğini beraberinde getirir.

Dolayısıyla çözüm, ne etnik kimliklerin inkârında ne de bunlar adına sınırlar çizmektedir. Asıl mesele, bu kimlikleri eşit yurttaşlık zemininde bir araya getirebilecek hakiki ve iç dinamikli bir ulus bilincinin inşasıdır. Fakat bu bilinç, dış müdahale ile ithal edilemez. Hiçbir dış güç, bir halkın ortak hafızasını, müşterek kaderini, kendiliğinden iradesini inşa edemez. Suriye özelinde düşünüldüğünde, “Suriye halkı” gerçek anlamıyla ancak bu iç iradenin taşıyıcısı hâline gelirse bir ulus olabilir.

📌 ABD’nin SDG Söylemi ve “Halk Temelli Müdahale” İllüzyonu

Suriye Demokratik Güçleri (SDG), Batı kamuoyunda “seküler, ilerici, IŞİD karşıtı halk milisleri” olarak sunulurken, sahada Amerikan çıkarlarına entegre bir aparat olarak konumlanmıştır. ABD’nin SDG’ye verdiği destek yalnızca askerî değil, söylemsel bir meşruiyet üretimine dayanır. Dışişleri açıklamalarında sıkça geçen “local partners”, “inclusive representation” gibi kavramlar, bu gücü bir halkın iradesi gibi sunar. Oysa ne SDG tüm Suriye halkını temsil eder, ne de onunla yapılan iş birlikleri Suriye’nin iç barışını gözetir. Bu söylem, dış müdahaleyi iç meşruiyetle kamufle eden yeni bir rıza üretim modelidir: Müdahale eden değil, “destek veren” konumundaki bir Batı figürü yaratılır. Böylece SDG üzerinden kurgulanan yeni Suriye haritası, yerli görünümlü ama dış dizayna uygun bir yapı hâline gelir.

Bu bağlamda, “Suriye ulusu” fikri savunulmalıdır. Ancak bu savunu, emperyal planların çizdiği suni millet tariflerine değil; ortak acıya, karşılıklı saygıya, müşterek bir geleceği paylaşma arzusuna dayanmalıdır. Aksi hâlde, halklar adına konuşan güçler yalnızca kendi stratejik haritalarını çizer, halklar ise yine harita kenarlarına sürülür.

IV. REJİM DEĞİŞİKLİĞİ, FEDERALLEŞTİRME VE ANAYASA DAYATMALARI

Diplomatik metinlerde yer alan “rejim değişikliği”, “hukuki reform” ya da “federal çözüm” gibi ifadeler, çoğu zaman dış müdahaleyi doğrudan çağrıştırmadığı için, masum görünebilir. Oysa bu kavramlar, fiilen bir ülkenin egemenliğini parçalamaya yönelik stratejik aparatlara dönüşebilir. Suriye örneğinde bu durum çok daha net biçimde görünür: Yıkılmak istenen yalnızca bir iktidar değil; Suriye’nin üniter yapısı ve kolektif hafızasıdır.

ABD büyükelçisinin açıklamasında geçen, “With the fall of the Assad regime, the door is open to peace” cümlesi, barışın ön şartı olarak rejim değişikliğini öne sürer. Ancak burada barışla kastedilen, ABD’nin önceliklerine uyumlu bir Suriye’nin kurulmasıdır. Bu öncelikler, hukuki yapının yeniden yazılmasından etnik yapılanmanın yeniden tarif edilmesine, hatta ekonomik tercihlerden dış politikadaki hizalanmalara kadar her şeyi kapsar. Yani barış, aslında yeniden dizayn edilen bir ülke için kodlanmış bir onay etiketidir.

Bu kapsamda yürütülen anayasa girişimleri, Suriye’de bir federalleşme sürecini tetiklemeyi hedeflemiştir. Bu da doğrudan bölgesel aktörlerin zayıflatılması ve İsrail’e tehdit oluşturabilecek “merkezi devlet yapılarının” etkisizleştirilmesi anlamına gelir. Zira federal bir Suriye, artık Golan Tepeleri’ni geri alma iddiası taşıyamaz; parçalanmış siyasal yapı, ortak bir Arap direncini imkânsızlaştırır.

Panel metninde bu mesele şu cümleyle doğrudan tanımlanmıştır:

“Bu Suriye meselesi, Golan Tepeleri’ni geri alabilecek yegâne Arap devletinin ortadan kaldırılması meselesidir.”

Bu tespitin doğruluğu, yalnızca Suriye’ye değil, Türkiye’ye yönelik anayasa dayatmalarıyla da teyit edilir. “Yeni kana yasa” metaforu, yalnızca içerideki politik değişimleri değil, dışarıdaki haritaya uygun içerik üretme sürecini işaret eder. Türkiye’deki anayasa değişikliği tartışmalarının, etnik temsiliyet, adem-i merkeziyetçilik ve yerinden yönetim gibi kavramlar üzerinden sürdürülmesi tesadüf değildir; bu yapılar, Suriye ile birlikte düşünüldüğünde bölgenin bütünsel zayıflatılmasını hedefleyen eş zamanlı bir mühendisliğe işaret eder.

Unutmamak gerekir ki, dış güçler yalnızca rejimleri değiştirmez; anayasaları da yazar, vatandaşlık tanımlarını da dönüştürür, hukuk sistemlerini de ihraç eder. Suriye ve Türkiye örneklerinde bu dönüşüm talepleri, doğrudan halkların talebi değil; jeopolitik planların kurumsal gereklilikleridir. Bunun sonucunda bir ülke, sınırlarını korusa dahi egemenliğini kaybedebilir.

V. İSRAİL’İN GÜVENLİĞİNE GİDEN TÜM YOLLAR

Orta Doğu’da atılan her adımın, her anayasa taslağının, her “halk temelli reform” çağrısının nihayetinde ulaştığı bir merkez var: İsrail’in güvenliği. Bu güvenlik, sadece dış tehditlerin bertaraf edilmesi değil; potansiyel tehditlerin imkânsızlaştırılması, hatta tarihsel hafızanın dahi silinmesidir. Suriye meselesi de tam bu eksende durur.

İsrail’in 1967 Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği Golan Tepeleri, yalnızca stratejik bir tepe değil, Suriye’nin onur ve direniş sembolüdür. Bu tepelerin iadesini talep edebilecek yegâne Arap devleti, merkezî ve istikrarlı bir Suriye’dir. Bu yüzden Suriye’nin siyasi, demografik ve kurumsal anlamda parçalanması, İsrail’in güvenlik doktrini için elzemdir

Suriye’nin yıkımı, sadece iç savaşla değil, onun ardından kurulacak olan “yeni” Suriye’nin tasarımıyla tamamlanmaktadır. Federal yapılar, etnik özerklik bölgeleri ve merkezi otoritenin zayıflatılması gibi müdahaleler, İsrail karşıtı herhangi bir bloklaşmayı daha başlangıçta imkânsız hâle getirme hedefini taşır.

Bugün dikkatle bakıldığında, Suriye’de yaşanan her gelişmenin sonucunda İsrail’in güvenliği daha da pekişmektedir.

  • Suriye’nin hava sahası delik deşik hâle gelmiştir,
  • İran etkisi gerekçe gösterilerek yapılan İsrail hava saldırılarına karşılık verilememektedir,
  • Golan Tepeleri’nin iadesi meselesi artık uluslararası ajandanın dışında bırakılmıştır.

Bu tabloya Türkiye ve Irak sınırları içindeki gelişmeler de eklendiğinde, bölge ülkelerinin tümü bir şekilde içe kapatılmakta, kendi sorunlarına gömülerek kolektif bir refleks geliştirememektedir. Suriye’nin parçalanması, Irak’ın zayıflatılması, Lübnan’ın istikrarsızlaştırılması, Filistin’in etkisizleştirilmesi ve Türkiye’nin anayasa üzerinden yeniden kurgulanması; hepsi İsrail’in çevresinde tampon bir çözümsüzlük kuşağı inşa etmektedir.

Bu durum ne tekil bir devletin niyetiyle, ne de sadece enerji ya da çıkar dengeleriyle açıklanabilir. Bu bir jeopolitik doktrindir. Ve bu doktrinin merkezinde şu ilke vardır:

“Bölge halkları güçlü, birleşik ve kararlı bir yapı kurduklarında İsrail tehdit altına girer; o hâlde bu yapıların her biri ayrı ayrı zayıflatılmalı, birbirine güvenemez hâle getirilmelidir.”

İşte bu yüzden, İsrail’in güvenliği yalnızca bir sonuç değil; aynı zamanda bölgesel mimarinin kurucu ilkesi hâline gelmiştir. Dil, siyaset, hukuk ve hatta insani yardımlar bile bu planın alt başlıkları olarak işlemektedir.

VI. SONUÇ: İsrail İçin Harita Değiştirme Operasyonu

Bundan bir asır önce Sykes-Picot, cetvelle çizilmiş sınırlarla bölgeyi böldü. Bugün ise bu sınırlar, söylemlerle, anayasa metinleriyle, etnik kimlikler üzerinden yürütülen yıpratma siyasetleriyle yeniden şekillendiriliyor. Fakat asıl hedef değişmiş değil: Bölgenin parçalanmış yapısını kalıcılaştırmak ve İsrail’in etrafında güvenli, sindirilmiş bir kuşak oluşturmaktır.

Bugünün müdahalesi ne geçmişteki gibi ham bir işgaldir, ne de doğrudan yönetim kurmayı hedefler. Daha sofistike, daha meşru gösterilen bir yöntemle çalışır:

  • “Halkların iradesi” adına rejim değiştirir.
  • “Bölgesel çözüm” adına federal yapılar dayatır.
  • “Uluslararası hukuk” adına iç anayasaları yeniden biçimlendirir.
  • Ve en önemlisi, tüm bu adımları “barış ve güvenlik” adına atar.

Ama barış, sadece İsrail’in güvenliğini merkeze aldığında kabul edilebilir sayılır.
Suriye halkı, Filistin halkı, Lübnan halkı, hatta Türkiye’nin yurttaşları için güvenlik ve barış talebi, ya “tehdit” ya da “sorun” olarak sınıflandırılır. Bu eşitsizliğin kendisi, bölgedeki tüm çözüm yollarını baştan iptal eden, yapısal bir çelişkidir.

Bu çelişkinin üstünü örtmek için “yeni söylemler” üretiliyor. Fakat ne kadar parlak olursa olsun bu yeni diplomatik kelimeler, yeni bir haritanın örtüsüdür.
Ve bu harita, halklar için çizilmemektedir.

Eğer bölgede kalıcı barış isteniyorsa, ilk yapılması gereken şey şudur:
İsrail’in güvenliği dışında hiçbir güvenlik tahayyülüne izin vermeyen bu tek merkezli aklı ifşa etmek.
Ve bunun yerine, halkların birbirine rağmen değil, birbirleriyle birlikte yaşayabileceği yeni bir dengeyi, ortak bir kader anlayışını ve içeriden doğacak bir ulus bilincini inşa etmektir.

Bu yazı, o ifşanın ve o inşa çağrısının bir parçası olarak düşünülmelidir. Çünkü haritalar değişir, diller dönüşür ama adaletsizliğin izi silinmez.

Yarım Kalan Projelerin Unutulmaz Organizatörü

Farklı İşler!

Profil 1

Nuri Bay

Profil 2

Nuri Sel*

Profil 3

Ferit Nakıs

Profil 4

Ömer Lütfi Ünbil

Profil 5

Nuri Bay v4.0

Kategoriler

Son yorumlar

Üst veri

Etiketler

Etiketler:

#suriye #müdahale #analiz

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.