Yıl 1991. Orta ikideyim, yatılı okuldayım. Herkesin kendince bir yön aradığı o yaşlar. Kimi futbol topunun peşinde, kimi mektup arkadaşının. Benim elimdeyse, Süleyman Abinin fotoğraf makinesi vardı. Ödünç aldım. Üzerine bir de bir aylık harçlığımı hiç düşünmeden 36’lık film ve banyo parasına verdim. Manisa’da camileri, sokakları, kalabalıkları; Demirci’de evimizin çatısından göğe yaslanmış manzarayı çektim — o zamanlar bana sonsuz gelen o yamaçlar, tarlalar, ufuk çizgileri.
Ve tabii ki, bütün bunların sonunda annemden sağlam bir fırça yedim. Haklıydı. Onun dünyasında fotoğraf, yalnızca düğünlerde, bayramlarda, herkesin en iyi giysilerini giyip hizaya geçtiği özel günlerin hatırasıdır. Öyle kendi başına sokak sokak gezip çekilecek bir şey değildir. Hele ki bir aylık harçlık uğruna, filmlerle, banyolarla uğraşmaya hiç gerek yoktur.
Ama o zamanlar farkında olmadığım bir şey vardı: Ben o makineyle sadece fotoğraf çekmiyordum. Bir şeyin içinden dışarıya bakmaya çalışıyordum. Belki de kendimi görünür kılmaya çalışıyordum. Görmeye, anlamaya, durdurmaya uğraşıyordum.
İnsanın neden bazı şeylere yöneldiğini o yaşlarda pek bilmezsiniz. Hele çevrenizdekiler bu ilgiyi “abuk sabuk” bir merak olarak görüyorsa. Bugün dönüp bakınca kendime şu soruyu soruyorum: Bu bir yetenek miydi? Eğer öyleyse, nereden gelmişti? Kim fark etmişti onu? Ve neden bu kadar geç anladım?
Kimi çocuk ilk kez kalem tuttuğunda, çizgileri neredeyse kendiliğinden bulur. Kimi ise aynı çizgiyi yıllarca tekrar eder, öğrenir ama kolayca unutabilir. İşte burada devreye o meşhur soru giriyor: Yetenek dediğimiz şey nedir?
Ben kendi kafamda şöyle bir denklem kurdum:
Yetenek = İlerleme Hızı + Ulaşabileceğin Üst Sınır.
Kulağa çok bilimsel geliyor olabilir, ama yaşarken fark ediyorsunuz bunu. Bazı insanlar bir konuyu ilk adımda kavrar, diğerleri üç-beş defa tekrar eder ama yine de tam kavrayamaz. Bu “hız” meselesi, öğrenme eğrisinin eğimini belirliyor. Kimisi dar ve dik bir grafik çizer, hızla yükselir. Kimisi daha yatay gider, ama inadına ilerler.
Ama mesele sadece başlangıç hızında değil, tırmanabileceğiniz zirvede de gizli. Kimi insanın doğasında belli bir noktaya kadar çıkmak vardır — ne kadar çalışsa da bir yerden sonra çabası eskiyle aynı sonucu vermez. Öte yandan bazıları için, doğru yönlendirmeyle o üst sınır neredeyse gökyüzüdür. İşte bu yüzden, iki kişi aynı noktadan başlayıp farklı yerlere varabiliyor. Çünkü grafiklerinin şekli farklı.
Ancak şunu da unutmayalım: Her grafik kendi doğrusunda anlamlıdır. Biri hızlı başladı diye öteki boşa çabalamıyor. Kimsenin eğrisini küçümsemeye hakkımız yok. Asıl farkı yaratan, o grafik eğrisiyle ne yaptığınız. Başkasının hızına bakıp vazgeçtiğinizde, kendi grafiğinizi sonsuza dek yatay çizersiniz. Oysa az ama ısrarla ilerleyenler, bir gün hiç beklenmedik bir noktada herkesin önüne geçebilir. Çünkü o noktaya sadece çalışanlar varır.
Ama yetenek ve emek meselesinde, ne kadar kendi yolunu çizsen de bir yere kadar nefesin yetiyor. Sonra bir eşik geliyor. Ne kadar istersen iste, o eşikte kendi soluğun yetersiz kalıyor. İşte orada bir “el” gerekiyor.
O eli tutamazsan… Biriktirdiğin her şey yerli yerinde kalır ama bir şeye dönüşmez. Varlığı inkâr edilemeyen ama parlamayan bir cevher gibi. Topluma karışır gidersin. O el denk gelirse, işler değişir. Yokuşun başına kadar biri seni taşırsa — seni taşımaz aslında, ama seni fark eder, seni heveslendirir, seni oraya ait hissettirir — sonra bir bakarsın kimse seni tutamaz.
Çünkü o eşik herkesin geçebileceği bir eşik değildir. Yetenekli ya da değil, o noktada çoğu kişi vazgeçer. Ama sen vazgeçmezsin. Sadece biraz destek gerekir. Doğru kişi, doğru anda seni görürse, gerisi senin direncine kalır.
Ben bu “el”e denk gelenlerden miyim, çok emin değilim. Ama o elin neye benzediğini biliyorum:
Kimi zaman bir öğretmenin söylediği tek bir cümle.
Kimi zaman bir arkadaşın seni ciddiye alması.
Kimi zaman bir büyüğün göz kırpması, “Sen bu işi yaparsın,” demesi.
Çok büyük şeyler değil aslında. Ama hayat çizgisini değiştiriyorlar.
İlham meselesine gelirsek… O konuda zamanında büyük büyük laflar edilmiş. “İlham amatörler içindir,” demiş biri. “Biz profesyoneller sabah kalkar, işe koyuluruz.”
İlk duyduğumda biraz sert gelmişti bu söz. Ama zamanla anladım: Mesele gerçekten beklemekte değil, başlamakta.
Yani kalkıp bir şey yapmaya koyulduğunda, o mükemmel fikir gelir mi? Bazen gelir. Ama çoğu zaman gelmez. Gelen şey daha sıradandır, daha yavan… Ama bir şey olur.
Ve aslında asıl olay da tam burada gizlidir: “Bir şey olma ihtimaline alan açmak.”
Hiçbir şey yapmazsan, hiçbir şey olmaz.
Kaldığın yerde durursan, kalırsın.
Ama her sabah yeniden başlayabilirsen — hevesli olmasan da, moralin yerinde olmasa da, bir şey üretmesen de — işte o zaman, zamanla dönüşürsün.
Tembellik çok sinsi bir şey. Bazen çok çalışıyormuş gibi yapar. Bazen “ilham gelmedi” der. Bazen “zamanı değil” bahanesine sığınır. Ama günün sonunda seni aynı noktada bırakır.
Bana sorarsanız, insanın en büyük yeteneği çalışmaya devam etmesidir. O hevesli anlarda değil, içinden hiçbir şey gelmediği günlerde bile masaya oturabilmesidir.
Çünkü yetenek, tek başına bir yarışa girmez.
Ama disiplin hep yarıştadır.
Ve çoğu zaman da kazanır.
Yetenek iyidir. İnsana başlangıçta bir özgüven, bir ivme kazandırır. Ama yetenek dediğimiz şey aslında yarışa biraz daha ilerden başlamak gibidir. Yani bir adım önde başlarsın, evet, ama bu seni bitiş çizgisine taşımaya yetmez.
Çünkü dünya, saf yeteneği çok nadiren ödüllendirir. Daha doğrusu şöyle: Dünya senden farklı olmanı değil, sürdürülebilir olmanı bekler. Disiplinli olmanı, adapte olmanı, tekrar tekrar denemeni, gerekirse aynı şeyi yıllarca yapmanı ister. Yetenekli olsan da olmasan da, bunu ister.
Hâl böyleyken, saf yeteneğe bel bağlayan biri, zamanla kendini “bir zamanların parlayan yıldızı” olarak bulabilir. Çünkü yetenek, disipline yenilir. Bu bir klişe değil, istatistiksel bir gerçektir. İyi olan değil, devam eden kazanır.
Yani mesele şu:
Sen bir cevhersen, kendini işlemek zorundasın.
Yok eğer o cevheri ilk etapta sende görememişlerse, bu onun orada olmadığı anlamına gelmez.
Sadece senin onu göstermen biraz daha uzun sürecektir.
Ama gösterirsin.
Yeter ki inat et.
Yeter ki çalış.
Yeter ki bir sabah, hiçbir şey hissetmesen bile o masanın başına otur.
Çünkü öyle anlarda, o kadar sıradan ve içi boş hissettiğin anlarda… birden hiç beklemediğin bir şey olur:
O çok övülen “ilham” gelir.
Sen çağırmadan.
Sırf sen beklemediğin hâlde ısrar ettiğin için.
Annemin fotoğraflarımı eve getirip gösterdiğimde kızdığı an hâlâ gözümün önünde. “Bu ne yahu? Ne gerek var böyle gereksiz harcamaya?” derdi. O zamanlar fotoğraf çekmek bizim için sadece özel günlerde yapılan, sonra kutusuna kaldırılan bir şeydi.
Ama o bir aylık harçlığımı adadığım 36’lık filmle ben çok daha fazlasını istiyordum; görmek, anlamak, bir anı durdurmak, kendimi bulmak… Yıllar sonra fark ettim ki yetenek orada, o anlarda gizliymiş.
Yetenek doğuştan gelir; evet. Ama onu görmek, beslemek ve sabırla işlemek gerekir. Bu yolda bazen nefesin yetmez, bazen yalnız hissedersin. Bana o eşik noktasında uzanan bir el olmadı belki. Yine de içimde beslediğim bir ateş vardı — sanatın, estetiğin varlığı. Uzun yıllar bunun bir “yetenek” olduğunu fark edemedim. 35 yaşımı geçtikten sonra anladım ki, fotoğraf sadece bir hobi değil, içten gelen bir tutkuymuş. O küçük, meraklı çocuk hâlâ içimde yaşıyor ve bana fısıldıyor: “Devam et. Denemekten vazgeçme.”
İşte asıl mesaj burada: İçinizdeki o meraklı çocuğu öldürmeyin. Yaşınız kaç olursa olsun, onun sesine kulak verin. Çünkü o çocuk gerçek yeteneğinizin habercisidir.
Kendiniz için geç olduğunu düşünüyorsanız, çocuklarınıza bakın; hevesle yaptıkları şeylerde onları yüreklendirin, destek olun. Çünkü bazen bir elin uzanması, bir kapının aralanması onlardan başlar. Yetenek, onları fark eden ve destekleyen bizler kadar değerlidir.
Yetenek bir başlangıçtır. Asıl iş, o başlangıcı her gün yeniden kucaklayabilmektir.
Hafta sonu bitmeden, eğer bir şeyler yapmak istiyorsan, kalk ve başla.
Kim bilir, belki o sabah, henüz haberdar olmadığın yeteneğin kapısını aralarsın.
Etiketler:
#yetenek #beceri #disiplin
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!