“artık buruşuk bir çarşaf gibi dağılan
yüzüne bakınca duydum ancak:
anneler erken
ölümlerine yakın sevilir babalar.”

Kemal Varol

Cümleleriyle hikayeyi var eden genç dostlarıma…

Sabahın serinliği tenimi okşarken, sokakta ilerliyorum. Hava hâlâ uykulu, caddeler sessiz. Yalnızca uzaktan gelen bir motor sesi ve ara ara beliriveren kuş cıvıltıları eşlik ediyor adımlarıma. Yolun köşesine yaklaştıkça havada tanıdık bir koku beliriyor, hafifçe genzimi dolduruyor. Henüz tam çıkaramasam da içimde bir sıcaklık, bir tanıdıklık hissi uyanıyor.

Sokağın köşesini döndüğümde fırının önüne varıyorum. İşte şimdi o koku beni sarıyor. Taze pişmiş ekmeğin mayalı, hafif yanık kokusu… Çocukluğumdan bir kapı aralanıyor içimde. Bir anlığına zaman geriye sarılıyor, yıllar önceki mutfağımıza ışınlanıyorum.

Ananemin yanında diz çökmüş, hamurun kabarmasını bekliyorum. Ellerim un içinde, parmaklarım yapışkan hamura batmış. Onun sesi kulaklarımda: “Sabır, kızım, ekmek sabır işidir.” Kahkahalarımız mutfağın dört bir yanına yayılıyor, fırının sıcaklığında yüzümüz kızarıyor. Fırından çıkan ilk ekmeği avuçlarımızın arasına alıp yanaklarımıza bastırıyoruz, hem yakıcı hem de huzur veren bir sıcaklıkla…

Ekmek, yalnızca un, su ve tuz değil. Bu üç basit şeyin, bir araya gelip büyüleyici bir lezzete dönüşmesi gibi, ekmeğin etrafında da anılar, sohbetler, kavuşmalar birikiyor.

Sabahın erken saatleri… Çocukların uykulu gözlerle ekmek almaya gönderildiği zamanlar. Kimi zaman kardeşimle “Bu kez sen git!” diye tartışır, kimi zamansa fırından yeni çıkmış sıcacık ekmeği taşırken tuhaf bir gurur hissederdik. Ama en büyük kavga, kimin gideceği üzerine kopardı. Sabah uykusunun en tatlı yerinde kalkıp ekmek almak, hiçbirimizin gönüllü olduğu bir iş değildi. Sıraya koyar, yazı tura atar, bazen de öylesine tartışırdık. Çoğu zaman bu tartışmaların sonunu annem getirirdi: “İkiniz de gidiyorsunuz!” Ceza gibi görünen bu karar, yolda tatlı bir maceraya dönüşürdü. Sitem ede ede yürür, yolda taş sektirir ya da soğuğa karşı yarışırdık. Dönerken sıcacık ekmeğin kokusu, tüm kavga ve yorgunluğu unuttururdu.

Bir de büyük kardeş olmak vardı işin içinde. “Sen büyüksün, sen git!” cümlesi, her sabah en az bir kez duyulurdu. Küçük olan, her zaman büyüğün bu görevi üstlenmesi gerektiğine inanırdı; büyük olan ise bu haksızlığa isyan ederdi. Ama bazen küçük kardeş de cesaretini toplar, “Bugün ben alacağım!” diyerek zafer kazanmış gibi yola çıkardı. Fırından döndüğünde annemizden alacağı takdir dolu bakışın peşindeydi. Yine de çoğu zaman eve varana kadar ekmeğin kenarı çoktan koparılmış, içi parmaklarımızla oyulmuş olurdu. O sabahın görevi sadece ekmek getirmek değil, ekmekle birlikte küçük zaferler taşımaktı.

Ekmek torbası elde, eve dönüş yolunda dayanılmaz bir koku yayılırdı. Sıcak buharı yükseldikçe içimizde garip bir sabırsızlık baş gösterirdi. Daha birkaç dakika önce “Eve varmadan ekmeğe dokunmayın!” diye sıkı sıkıya tembih edilsek de, elimizin torbaya uzanmasına engel olamazdık. Önce parmak uçlarımızla hafifçe yoklar, sonra kenarından bir parça koparıp ağzımıza atardık. Dışı kıtır kıtır, içi pamuk gibi sıcacık… O ilk lokmada dilimizi yakmak pahasına, o lezzete teslim olurduk.

Eğer küçük kardeş de yanımızdaysa, bu kaçamağın ortağı olmaya hevesle katılırdı. “Azıcık da ben koparayım!” diye yalvarır, bazen torbayı elimizden çekiştirerek payını almaya çalışırdı. Bazen paylaşımda anlaşamaz, ekmeğin koca bir kenarı eksilir, tatlı bir kavgaya tutuşurduk. Eve vardığımızda, annemiz torbayı açar ve şüpheli gözlerle bakardı: “Kim yedi bunu?” Önce birbirimizi suçlar, sonra suç ortaklığımızı hatırlayıp kıkırdamaya başlardık. Ne kadar azar işitirsek işitelim, o sıcacık ekmeğin eve varmadan bölüşülmesi, çocukluğun en güzel kaçamaklarından biri olarak hafızamızda yer ederdi.

Hele oruçken ekmek almak… Çocuklukta en büyük imtihanlardan biri. Fırının önüne yaklaştıkça burnumuza dolan o sıcak, taze ekmek kokusu sabır sınırlarımızı zorlardı. Hele bir de iftara daha saatler varsa, o koku açlığı katbekat artırır, zihnimizde büyük bir savaş başlatırdı. Elimizde sıcacık ekmekle eve doğru yürürken, bazen dayanamayıp poşetin ağzını aralar, içine kaçamak bir bakış atardık. O kabuğun gevrekliği, unun hafif yanık kokusuyla karışan o muhteşem koku, insanın aklını başından alırdı.

Ama asıl sınav, ekmeği elimize aldığımız andan itibaren başlardı. Avuçlarımızda hafifçe yanan sıcaklığı hissettikçe, orucu bozmadan sadece dokunarak bile doymayı umut ederdik. Kimi zaman, bir anlık zaafla ekmeği dişleyip geri bırakmanın orucu bozup bozmayacağını içimizden tartışırdık. “Sadece kokusunu içine çekmek bozar mı?” diye soranlar olurdu. Büyüklerimiz ise “Sabır, orucun en büyük şartıdır,” diyerek bizi teskin etmeye çalışırdı. Ama biz yine de, o sıcak ekmeğin cazibesiyle, sabır denen şeyi kendi içimizde her gün yeniden keşfederdik.

En zoru da eve varmaktı. Sokak boyunca ekmeğin kokusuna maruz kalmak yetmezmiş gibi, her adımda içimizdeki açlık biraz daha büyürdü. Eve girdiğimizde annemiz ekmeği alıp sofra bezine sararken biz de derin bir nefes alıp, “Bitti,” derdik. Artık geriye sadece iftar vaktini beklemek kalırdı. Sonrasında sofrada o ekmeği bölüp ilk lokmayı ağzımıza attığımızda, gün boyu verdiğimiz sınavın en tatlı ödülünü aldığımızı hissederdik.

Evde geniş bir sofra kurulurdu. Kalabalık ailelerin en güzel yanı, sofraya oturduğunda ekmeğin yalnızca bir yiyecek olmaktan çıkmasıydı. Sofra, açlığı gidermenin ötesinde bir anlam taşırdı; bir araya gelmenin, paylaşmanın, sohbetin en doğal bahanesiydi. Ekmek ise sofranın sessiz ama en önemli misafiriydi. Elden ele dolaşır, büyüklerin bölüp küçüklere uzatmasıyla bir şefkat göstergesine dönüşürdü. İlk lokmanın paylaşılması, sıcak ekmeğin bölüşülmesi, sofradaki samimiyetin temel taşlarından biriydi.

Geniş aile demek, aynı sofrada farklı hikâyelerin buluşması demekti. Herkesin ekmekten kopardığı bir parça, sanki kendi anılarından da bir şeyler katıyordu sofraya. Biri eski ramazanları anlatırken, bir diğeri fırından yeni alınan ekmeğin kokusunun çocukluğuna götürdüğünü söylerdi. Bazen kahkahalar yükselir, bazen derin bir sessizlik olurdu; ama her zaman bir sıcaklık hissedilirdi. Sofranın etrafında oturan herkes, ekmek gibi birbirine bağlıydı. Paylaştıkça çoğalan bu huzur, en lüks yemekleri bile geride bırakırdı.

Ekmeğin içinin pamuksu beyazlığı, kabuğunun kıtır kıvamı tüm uyumuyla sofranın en sade ama en değerli misafiri olurdu. Kenarları kimi zaman boğazımıza takılsa da, üzerine sürülen tereyağı gibi sohbeti de yumuşatan bir şey vardı sofrada: Samimiyet. O sofralar, yalnızca açlığı değil, ruhun da açlığını doyururdu. Günün yorgunluğu, dertleri, koşuşturması o sofrada unutulurdu. En çok da, sofradan kalkarken kimsenin aç kalmadığına, herkesin payına düşeni aldığına dair o iç rahatlığı, kalabalık bir aile olmanın en büyük güzelliğiydi.

Ama bir de sabahın en erken saatinde uyananlar vardı. Fırıncılar… Gecenin karanlığında ocaklarını yakan, mayalanan hamuru sabırla bekleyen, sıcak fırının başında terleyen insanlar… Onlar, bir kentin uyanmadan önce çalışmaya başlayan ilk emekçileri. Ellerindeki un, alnındaki ter, dizlerindeki yorgunluk… Hepsi bir somun ekmeğin içinde saklı. Biz uykunun en tatlı yerindeyken, onlar karanlığı bölerek hamur yoğuruyor, kabarmasını bekliyor, sıcak fırınların başında zamanla yarışıyorlar.

Fırıncı olmak, sabır işidir. Gün aydınlanmadan kalkıp hamurun kıvamını anlamak, fırının sıcaklığını kontrol etmek, bazen yanmış bir ekmeğin hüznünü, bazen kabarmış bir hamurun sevincini yaşamak… Ekmeğin pişmesini beklerken, kendi hayatlarını da ateşin içinde yoğururlar. Gün doğmadan başlayan mesaileri, gün battığında bitmez. Çünkü her gün, yeniden başlamak zorundadırlar. Ekmeğin sıcak kalması için, onların da hiç durmadan çalışması gerekir.

Ve bu emeğin kokusu, sokaklara siner. Ekmek kokusu, sadece ekmeğin değil, emeğin de kokusu aslında. Annelerin sabah kahvaltısında çocuklarının önüne koyduğu ekmek, bir fırıncının uykusuzluğunun, yorgunluğunun, sabrının sonucudur. Bu yüzden ekmeği eline almak, sadece bir yiyeceğe dokunmak değil; bir hayatın, bir emeğin, bir alın terinin izlerini taşımaktır.

Bütün diğer anlamlarının yanında ve hatta ötesinde ekmek benim için her zaman bir baba gibiydi. Sofrada kendini belli eden, yokluğu hissedilen, varlığıyla güven veren ama bazen de sınırlayan bir güç. Küçükken ekmek sadece bir nimet değil, bölüştükçe çoğalan, elden ele geçtikçe sıcaklığını artıran bir şeydi. Gölgemizi uzun kılan, bizi koruyan, ama bazen kendi yolumuzu çizmemizi zorlaştıran bir otorite. Küçük bir çocukken, ekmeğin sonsuz olduğunu sanırdım. Sofrada ne kadar eksilirse eksilsin, yeni bir somun mutlaka gelecekti. Tıpkı babamın varlığı gibi, kaçınılmaz, sarsılmaz bir gerçeklikti.

Büyüdükçe fark ettim ki ekmek de, babamın gölgesi de bir seçim meselesiydi. Kendi soframı kurmak, kendi açlığımı anlamak istiyordum. Onsuz kalmayı, kendi seçimlerimi yapmayı dilediğim zamanlar oldu. Ama ne zaman bir lokmaya uzansam, fark etmeden onu arıyordum. Çünkü ekmek, sadece açlığı bastıran bir şey değil; bir sofranın, bir anının, bir geçmişin simgesiydi. Ellerini hamura bulamış bir ananenin şefkati, kahvaltı masasında paylaşılan sessizlik, mahalledeki fırından yükselen kokunun güveni…

Bir somunun içinden bir hayat süzülüyor. Her diliminde geçmişin izleri, her kırıntısında bir hatıra var. Belki de bu yüzden ekmek kokusu içimi hem bir sıcaklıkla dolduruyor hem de bir iç sıkıntısıyla. Ama ne olursa olsun, bir sofranın başında, sıcak bir ekmeğin yanında, içimizde hep aynı duygu var olacak.

O ekmek, bizi bir araya getiren ve belki de bizi biz yapan şey. Tıpkı babalarımız gibi…

Yarım Kalan Projelerin Unutulmaz Organizatörü

Farklı İşler!

Profil 1

Nuri Bay

Profil 2

Nuri Sel*

Profil 3

Ferit Nakıs

Profil 4

Ömer Lütfi Ünbil

Profil 5

Nuri Bay v4.0

Kategoriler

Son yorumlar

Üst veri

Etiketler

Etiketler:

#ekmek #çocukluk #baba #hikaye

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.