Her sabah aynı saatte o bankta oturduğunu fark ettim. Parkın en köşesinde, kimsenin doğrudan varlığını umursamayacağı bir yerde. Ne gölgeyi ne de güneşi özellikle seçiyor gibiydi. Varlığı ile yokluğu arasındaki sınır muğlaktı.
Yanından geçenler ona bakmıyordu, baksa da hatırlamıyordu. Omuzları hafif öne eğik, elleri dizlerinin arasında birleştirilmiş. Kendi içinden geçen bir yolculukta gibiydi. Bazen ayaklarının ucuna, bazen yanından yürüyüp giden çocuklara bakıyordu ama bakışları bir noktaya varmıyordu. Gözleri uzun süre bir yerde duramayan insanların bakışı… Bakışlarını kaçırmayı bırakıp tekrar kendine döndüğünde ellerini dizlerinin üstünde tutuyor, başparmağıyla yüzük parmağını hafifçe ovuşturuyordu. Parmaksız bir yüzüğün hayali ağırlığını taşır gibi.
Onu birkaç gün izledikten sonra, zihnimde bir düşünce belirdi: Bu kadın, sanki hiçbir iz bırakmadan yaşamış gibiydi. Ona ne bir isim miras kalmıştı ne de anlatılacak bir hikâye. Geçmişi, kendi içinde sessizce varlığını sürdüren silik bir gölgeydi. Gözler zamanla onu görmeyi bırakmış, sesi duyulmaz hale gelmişti. Hatırlanmak onun için bir ihtimal olmaktan çıkmış, varlığı parkın kalabalığına karışarak silinmişti.
Hiçbir özel güne ait olmamıştı. Ne bir doğum günü hatırlanmış, ne de adına bir hediye alınmıştı. Ne ucuz bir kolye ne de tek dal bir çiçek ona layık görülmüştü. İnsanlar, sevdiği rengi bile merak etmemişti. Takvim yaprakları arasında kaybolan sıradan günler gibi geçmişti hayatı. Hatırlayan birinin olup olmadığına dair en ufak bir iz bile yoktu.
Yalnızlık, unutulmuşluğun en derin biçimiydi. Varlığı fark edilmediğinde, insan gerçekten var olmuş sayılır mıydı? En ağır yük, hatırlanmamayı kanıksayan bir siluet olmaktı.
Bu düşünce, bir kesinlik gibi geldi. O kadın böyle biriydi. Öyle olması gerekiyordu. Yoksa insan, varlığını bu kadar sessiz, bu kadar iz bırakmadan nasıl taşırdı?
Yanından biri geçtiğinde başını hafifçe eğdi, alışkanlıktan mı yoksa bir selamın ulaşmayacağını bildiğinden mi bilinmez. Uzakta bir baba, küçük kızını elinden tutmuş dondurma almaya götürüyordu. Birkaç genç gülerek banka oturdu, sigaralarını çıkarıp konuştular, sonra kalkıp gittiler. Bir çay satıcısı geçti önünden ama durmadı bile.
O esnada rüzgar, kadının dizinde tuttuğu eski bir mendili uçurdu. Hafifçe sürüklenen kumaş, parkın taş zeminine kondu. Eğilip aldım, ona uzattım. Gözleri bana kısa bir an takıldı, başını hafifçe salladı ama hiçbir şey söylemedi. O an, onun gerçekten kim olduğunu bilmediğimi, ama bir şekilde tanıdık geldiğini fark ettim.
Bir yüzüğü eskiden taşımış ellerini, o mendilin yıllar önce başkasının ellerinde olduğunu düşündüğüm için mi, yoksa geçmişimden silik bir yüzü o kadının siluetine yakıştırdığım için mi bilemedim. Farkında olmadan onu neden dikkatle izlediğimi anlamıştım.
Fakat ertesi gün yine aynı bankta otururken onu beklediğimi fark ettim. Günlerdir süren bu alışkanlığım birden gözüme garip göründü. Bir yabancıyı böyle dikkatle izlemem neden? Onun hakkında yaptığım tüm tahminler, aslında benim zihnimin ürünü müydü? Sessizliği mi beni bu kadar çekmişti, yoksa kendimi o sessizlikte mi görüyordum?
Yalnızlık dediğimiz şey, kendi içimizde yankılanan bir başkasının varlığı mıydı? Onu düşündüğüm gibi biri yapan ben miydim? Eğer onu hiç fark etmeseydim, hiç izlememiş olsaydım, yine de böyle biri olacak mıydı? O kadın, orada olmasaydı bile sahne değişmeyecekti. Yerine başka biri geçse, hatta banka boş bir çanta bırakılsa bile, parkın hareketi aynı şekilde sürecekti. Ben ise bir an durdum. Onu hiç tanımadım, hiç konuşmadım. Ama nedense, gidişini bekledim.
Ertesi sabah, içimde belirsiz bir dürtüyle yaklaştım ona. Yanına oturmadım ama birkaç adım yakınında durarak, sesimin ona ulaşmasını umarak konuştum:
“Burası sabahları daha sakin oluyor.”
Kadın başını azıcık kaldırdı ama doğrudan bakmadı. Hafifçe rüzgarın süpürdüğü taşlara göz gezdirdi. Sonra neredeyse fark edilmeyecek bir sesle, “Öyle mi?” dedi.
Bu, bir yanıt mıydı? Yoksa yalnızca bir yankı mı?
Bir anlık sessizlik oluştu. Sanki kelimeler bu havaya ait değilmiş gibi. Ama devam ettim.
“Sizi hep burada görüyorum.”
Bu kez başını bana çevirdi. Gözlerinde ne şaşkınlık ne de merak vardı, sadece zamanın ağırlığı gibi bir şey. Hafifçe gülümsedi, ama o gülümseme bir memnuniyetin değil, eski bir alışkanlığın yansımasıydı.
“Belki de ben hep buradayım, ama kimse görmüyor.”
Bu cümle içimde yankılandı ve sanki uzun süredir göğsüme çöreklenmiş, farkına varmadan içimde büyüttüğüm bir ağırlık, bir anda yer değiştirip zihnimin duvarlarına çarparak dağıldı. Günlerdir kafamda şekillendirdiğim tüm varsayımlar, onun sessiz siluetine yüklediğim anlamlar, sarsılan bir gerçeklikle yerinden oynadı. Onun yalnız olduğunu düşünerek kendimce bir hikâye kurmuştum. Oysa belki de asıl yalnız olan, onu izleyen bendim.
Her gün, aynı saatlerde aynı bankta duruşunu bir işaret olarak görmüştüm. O duruşun arkasında, sanki varlığına gömülmüş bir halde saatlerce bekleyen bir kadının hikâyesini yazmaya çalışmıştım zihnimde. Belki birini bekliyordu, belki geçmişiyle hesaplaşıyordu. Onu gördüğüm her an, kendi iç dünyamdan koparak onun sessizliğine anlam yükledim. Ama şimdi fark ediyorum ki o, olduğu yerde sadece var oluyordu. Bekleyen, izleyen, anlam arayan bendim.
İnsan bazen, başkalarının sessizliğinde kendi yalnızlığını yankılar. O uzaklara dalan bakışlarını seyrederken, farkına varmadan kendi içimdeki boşluğu da izliyordum. O, benim ona biçtiğim hikâyeden bağımsız bir yaşamın içindeydi. Ancak ben, onun varoluşunu anlamlandırmaya çalışırken aslında kendi varoluşuma dokunmaya çalışıyordum. Bu sorunun cevabı, düşündüğümden çok daha karmaşıktı.
Yalnızlık, bazen en derin hislerle, başkalarının sessizliğinde varlığını gösterir. Kadının cümlesinin nazik yankısı düşüncelerimi bölerken, kendi içimdeki yalnızlığı sorgulamaya başladım. Kim asıl yalnızdı? Bu sorunun cevabını bulmak, düşündüğümden daha zor ve karmaşıktı. Düşüncelerimin derinliklerinden, kadının sessizliğe varan sesiyle sıyrıldım.
“Sana bir şey desem, unutulur muyum?” diye sordu.
Kadının sesi, çocukken sokak aralarında komşuların evlerinden yükseldiğinde duyduğum ama sözlerini hiç anlamadığım bir şarkının sözlerini dinler gibi dinledim. O an, yıllardır görülmeyen bir eşya gibi hissedildiğini anladım. Bir köşeye bırakılmış, zamanla üzeri tozlanmış ve kimsenin eline almaya gerek görmediği, belki eski bir tarak, belki kırık bir fincan… Ya da bir pazarda ucuzuna satılan, bakılıp geçilen ama kimsenin elini uzatmadığı bir biblo.
“Hayır,” dedim, “Unutulmazsın.”
Kadın başını eğdi, bir an ellerine baktı. Parmakları alışkanlıkla birbirini ovuyordu. Sonra sesi, neredeyse fısıltıyla karışık bir tınıyla devam etti:
“Eskiden burada beklerdim. Birinin gelmesini, o beklenenin köşeden dönmesini. O hep biraz gecikirdi ama ben bunu dert etmezdim. Çünkü beklemek, zamanla bir ritüele, bir alışkanlığa dönüşür. İnsan farkına varmadan kendini o alışkanlığın içinde bulur, kim olduğunu bilemezmiş gibi…”
Sustuk. Beklemek, birine değil, belki de anın kendisine duyulan sadakatti. Kadının yüzü, yıllar önce solmuş bir fotoğraf gibi, hafif bulanık ama hâlâ net hatları olan bir anıya dönüşüyordu zihnimde. Hafifçe gülümsedi, “Şimdi kimseyi beklemiyorum,” dedi. “Ama alışkanlıklar kolay silinmiyor.”
Rüzgar yeniden mendilini hafifçe kıpırdattı. Kadın mendili alıp avucunun içinde sıktı, sonra usulca cebine koydu. Derin bir nefes aldı, başını gökyüzüne çevirdi ve hafifçe doğruldu.
Benim de bir şey söylemem gerektiğini düşündüğüm an, kadın ayağa kalktı. Yavaş adımlarla yürümeye başladı, gölgesi banka düşerek kayboldu.
O banka oturduğunda park değişmemişti. Ama ben değişmiştim.
Etiketler:
#hikaye #öykü #edebiyat
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!