Hâcer’e /
kill till we die, obviously…
Makas yok.
Bunun makul bir açıklaması olmalı. Çünkü evde tek başına yaşayan bir insanın makas kaybetmesi, tıpkı kendi gölgesini unutması gibi imkânsız bir şey. Ama işte, yok.
Hırsız girmediğine emin. Girse bile, makası mı alacak? Şöyle bir düşünüyor. Makas çalan bir hırsız… Bu gerçekten iyi bir senaryo olurdu. “Bakın evime hırsız girdi!” derdi mahalleye. Ama kimse değerli eşyalarını merak etmezdi, herkesin asıl ilgisini çeken şey şu olurdu:
“Eee, ne çaldılar?”
“Makas.”
İşte o an, komşuların gözünde resmen düşerdi. Şu zamana kadar “çalışıyor, ne bilsin bizim gibi hayatı” diye hakkında konuşan teyzeler bu defa iyice emin olurlardı: Bu kadın tuhaf.
Ama tabii, hırsız yok. Makası en son nerede gördüğünü düşünüyor. Geçen hafta şu kargo paketini açarken… Evet. Sonra? Sonrası yok.
Her şey yolunda gibi aslında. Çalışıyor, kazanıyor, planlı yaşıyor. Komşularla muhabbet etmiyor. Önceleri zorlamışlardı. Günaydınlar, “bir kahveye gel”siz günaydınlar, “hiç oturmuyorsun”lu günaydınlar… Ama artık herkes kabullendi. “O çalışıyor.” Yani artık günaydın bile demiyorlar.
Ve işte, şimdi bir şey eksik. Aslında eksik olan makas değil. Ama ne olduğunu söylemek için biraz daha zaman gerekiyor. Çünkü bazı eksiklikleri fark etmek zaman alıyor.
Makas yok.
Ama hayat devam ediyor. Makassız da yaşanır. Olsa iyi olurdu ama yoksa da olmaz yani. Zaten bir süredir bazı şeylerin yokluğu ile yaşamayı öğrenmiş durumda. Makas bunların en önemsizi.
Kahve makinesinin düğmesine basıyor. Sırf alışkanlıktan. Kahveyi sevdiğinden değil. Hatta biraz bile sevmiyor. Ama çalışmaya başlamadan önce bir şey içmek gerektiğini düşünmüş bir zamanlar, o zaman aldığı karar hâlâ devam ediyor. Demek ki bazı alışkanlıklar sorgulanmadan yaşanıyor.
Bu sırada telefonuna bir bildirim düşüyor: “Mızraklı Sülalesi – 78 yeni mesaj”
Açmayacak. Açarsa okundu olur, okundu olursa “görüp de cevap vermedi” denir. Bunu istemiyor. Ama isterse istemesin, bir yerlerden o mesajları öğrenecek. Çünkü taşra böyle bir yer. Kuzenlerden biri sokaktan geçen adamın kim olduğuna dair tam dört teori üretmiş olabilir şu ana kadar. Eğer bir yerde uzaktan akrabanın kayınçosunun halasının kocası olduğu ortaya çıkarsa, birden herkesin sesi kesilir. Taşrada bilgi, yalnızca doğrulandığında değerini yitirir. Ama muhtemelen yine biri hasta olmuş, biri mantı açmış, biri geçmişten bir fotoğraf atmış, altına “hey gidi” yazılmıştır. Ve her zaman olduğu gibi, o mesajların bir noktasında konu ona gelir:
“Sen nasılsın kuzum, yine kayboldun?”
“İşten güçten kafanı kaldırmıyorsun…”
“Bi’ selam ver bari.”
Selam.
Görmeden cevap veriyor. Bunu zihninde diyor sadece, yazmıyor. Çünkü birine “selam” yazarsa, beş saniye içinde bir “nasılsın” gelir. “İyiyim” derse “Allah iyilik versin, işler nasıl” gelir. İşler nasıl? Çalışıyorum. Bunu biliyorlar zaten. Ama yine de sormaya devam ediyorlar.
O sırada çekmeceleri açıyor. Düzenli yerleştirilmiş tabaklar, çatallar, bıçaklar… Her şey yerli yerinde. Bir tek makas yok. Demek ki hayatına düzen getirdiğini düşündüğü her şey, aslında biraz dağınık. Belki biraz eksik. Ama neyin eksik olduğunu bulmak bazen zaman alıyor.
Tıpkı insanın, aslında kahveyi sevmediğini anlamasının yıllar alması gibi.
Telefon yine titredi. Ekrana baktı: “Mızraklı Sülalesi – 103 yeni mesaj”
Ve ardından telefon çaldı. Ekranda “Hala” yazıyordu.
Kaçamadı. Açmasa da aramaya devam ederdi. Açtı.
“Halam, merhaba.”
“Merhaba kuzum! Ne yapıyorsun? Hiç haber vermiyorsun.”
“Çalışıyorum hala.”
“Ah canım, çok çalışıyorsun. Bırak biraz kendini. Akşam yemek yedin mi?”
“Yedim.”
“Ne yedin?”
Ne yediğini hatırlamıyordu. O an fark etti ki, günlerdir hep aynı şeyleri yiyordu. Marketten hazır çorba, peynir, ekmek… “Bir şeyler atıştırdım.”
“Bak kendine dikkat et, iyi beslen. Yalnız başına olunca insan salıyor kendini. Mantı açtık, yollarım sana.”
“Gerek yok hala, sağ ol.”
“Olsun, sen yine de ye. Bir de makası buldun mu?”
Telefonu yüzünden çekti, ekrana baktı. Nasıl yani?
“Halam, makasımın kaybolduğunu kim söyledi?”
“Bilmem, sen söylemişsindir.”
“Ben kimseye söylemedim.”
“E, makas kaybolmuş işte. Belki bir yerde unutmuşsundur.”
Ağzından çıkmamış bir bilgiyi bile öğrenmişlerdi. Taşranın telepati yeteneğini hâlâ hafife alıyordu. Belki de bunu bir yetenek değil, yılların birikimiyle edinilmiş bir alışkanlık olarak görmeliydi. İnsanlar birbirlerinin hayatlarını o kadar uzun süredir takip ediyorlardı ki, artık eksik parçaları sezgileriyle tamamlamayı öğrenmişlerdi.
Ya da belki de kendisinin boş ve can sıkıcı sohbetlerde, asıl anlatmak istediklerini saklayıp yerine önemsiz ayrıntılar serpiştirme becerisini hafife alıyordu. Belki de bir sohbeti anlamsız detaylarla boğarak, asıl meselenin fark edilmemesini sağlamak onun yıllardır geliştirdiği bir savunma mekanizmasıydı.
Ama yine de, kaybolan bir makasın bile konuşulduğu bir yerde, gerçek düşüncelerinin ne kadar saklı kalabileceğini kestiremiyordu. Bunu düşününce, hafifçe gülümsedi. Kendini saklamaya çalıştıkça, daha da görünür oluyordu.
Telefonu kapattı, hızla üzerine bir şeyler geçirip dışarı çıktı. Bakkala gidecekti. Evde ekmek bile kalmamıştı.
Poşetleri doldurdu, fazla düşünmeden. Kasada para üstünü alırken telefon tekrar titredi. “Mızraklı Sülalesi – 57 yeni mesaj”
Tam o sırada, elindeki poşet yırtıldı. Pat! Domatesler yuvarlandı, ekmek yere düştü. Şaşkınlıkla ellerini havada tuttu, sanki düşüşü durdurabilirmiş gibi. Bir an durup olanları izledi. Domateslerden biri yolun kenarına kadar yuvarlandı, ekmekse kaldırım taşına hafifçe çarparak durdu.
Gözleri yere düşen eşyaların üzerinde gezinirken, içten içe bunun sadece bir poşetin değil, başka şeylerin de eskidiğinin bir göstergesi olduğunu düşündü ve düşenleri toparlamaya girişti. O sırada tezgahtan düşen bir konserve kutusu dikkatini çekti. Hafifçe yuvarlandı ve durdu. Yere düşen konserve gibi, bazen insanlar da sessizce düşüyor, bir yerde duruyordu. Ama kimse o düşüşü görmüyordu. Yanındaki kadının sesiyle irkildi. “Poşetler de eskiyor artık,” dedi kadın, hafif bir tebessümle.
Kadına dönüp gülümsedi ve içinden geçirdi:
“Ben de.”
Etiketler:
#hikaye #öykü #edebiyat
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!