Giriş: Bir Tweet’le Başlayan İnfazlar

Günümüzde bir insanın hayatı, bir ekran görüntüsüyle, bir video kesitiyle, bir tweet’le altüst olabiliyor. Suç isnatları, yargı süreçlerini beklemeden sosyal medyada karara bağlanıyor; kamuoyu vicdanı denilen görünmez mahkeme infaz hükmünü veriyor. Peki bu gerçekten adalet mi? Yoksa çağdaş bir linç mi?

Dijital çağ, linç kavramını dramatik biçimde dönüştürdü. Eskiden meydanlarda gerçekleşen bu kolektif şiddet eylemi, bugün ekranlarda, algoritmaların ve etkileşim sayılarınca şekillenen bir infaz biçimine dönüştü. Dahası, bu linç yalnızca bireyi hedef almıyor; onunla birlikte adalet duygusunu, hukuku, toplumun ahlaki dokusunu da çürütüyor.

Bu yazı, medyatik linç olgusunu yalnızca bir toplumsal tepki biçimi olarak değil, otoriter rejimlerin elinde sistematik bir yönetim aracına dönüşen yapısıyla ele alıyor. Linç kültürünün modern toplumda nasıl normalleştiğini, hukukla olan gerilimli ilişkisini, bireysel onuru nasıl yok ettiğini ve nihayetinde demokrasiyi nasıl kemirdiğini tartışıyor.

Onur, Hukuk ve Kalabalığın Hükmü: Dijital Çağda Linç Kültürü

Linç, insanlık tarihinin en karanlık ve ilkel cezalandırma biçimlerinden biri olarak varlığını sürdürüyor. Modern toplumların temel iddiası, bu tür vahşi kolektif refleksleri, evrensel insan hakları ilkeleri ve güçlü hukuk sistemleriyle aşmış olmalarıydı. Ancak gerçeklik, bu iddianın çoğu zaman bir illüzyondan ibaret olduğunu acımasızca ortaya koyuyor: Adalet, maalesef sıklıkla bir gösteriye; hukuk ise, güçlünün veya çoğunluğun ihtiyaçlarına göre araçsallaştırılmış, içi boş bir formaliteye dönüşebiliyor. Bu durum, hukukun üstünlüğü idealini temelden sarsıyor.

Dijital çağın linci, fiziksel şiddet araçlarından (taş, sopa) yoksun olsa da, çok daha yıkıcı ve yaygın bir güce sahip. Sosyal medya platformları, görsel medyanın manipülatif gücü ve kamuoyunun kolayca yönlendirilebilir öfkesi, modern linç için mükemmel birer silaha dönüştü. Kalabalık artık meydanlarda değil, ekranların ardında, anonim veya yarı-anonim hesapların gölgesinde toplanıyor. Linç edilen kişi, yalnızca varsayılan veya gerçek eylemleriyle değil; kimliği (etnik kökeni, dini, siyasi görüşü, cinsel yönelimi), geçmişi veya temsil ettiği düşünülen soyut kavramlarla hedef tahtasına oturtuluyor. Bu noktada, en temel hukuki güvenceler – masumiyet karinesi, savunma hakkı, delillerin titizlikle incelenmesi, adil yargılanma – bir anda anlamını yitiriyor. Belirleyici olan, sağduyulu bir “kamu vicdanı” değil, körüklenmiş ve kontrolsüz bir “kamu tepkisi” haline geliyor. Sosyal medya algoritmalarının öfke içeriğini öne çıkarma eğilimi de bu süreci katlanarak hızlandırıyor.

Bu kolektif infaz dalgası, sıklıkla “ahlaki öç” veya “toplumsal adalet” söylemleriyle meşrulaştırılıyor. Linç eden kalabalık, kendini hukukun değil, yüce ve mutlak bir ahlakın bekçisi olarak konumlandırıyor. Ancak bu durum, ahlakın ta kendisinin en temel ilkesini; her insanın doğuştan gelen dokunulmaz onuruna ve temel haklarına saygıyı, hiçe sayarak ortadan kaldırıyor. Gerçek medeniyetin ölçütü, bir toplumun en güçsüz, en savunmasız, en ötekileştirilmiş bireylerine karşı nasıl davrandığıdır. Bir kişinin – suçlu olsa bile – onurunu toplu bir çığlık ve nefret dalgasıyla çiğnemek, o toplumun kolektif ahlaki zeminde çöktüğünün en açık göstergesidir. Dijital linç, sadece mağduru değil, ona katılanları, sessiz kalanları ve nihayetinde tüm toplumsal dokuyu zehirler. Bu ilkel refleksle mücadele, yalnızca hukukun etkin ve tarafsız işleyişiyle değil, aynı zamanda bireysel sorumluluk, dijital okuryazarlık ve insan onurunun kutsallığına dair derin bir toplumsal bilinçle mümkündür. Hukuk, bu öfke seline karşı set olabilecek son barajdır; onun da aşınması, kaosun kapısını aralar.

Medyatik Linç: Algoritmalarla Kurulan Mahkeme ve Reytingle İşleyen İnfaz

Modern çağda linç, basit bir toplumsal öfke patlamasının çok ötesine geçmiştir. Artık çoğu zaman, medya tarafından aktif olarak organize edilen, stratejik biçimde yönlendirilen ve hatta görsel/açısal manipülasyonlarla estetikleştirilen bir infaz tiyatrosuna dönüşmüştür. “Gündem olmak” veya “ses getirmek”, yüzeysel olarak bir adalet arayışı, bir “gerçeğin peşinde koşma” kisvesi altında sunulur. Oysa bu süreç, temelde, hukukun temel ilkelerini (masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı) hiçe sayan, hızla sonuç almayı hedefleyen ve çoğunlukla geri dönüşü olmayan bir yargısız infaz mekanizmasıdır. Medya, burada yalnızca bir aktarıcı değil, bizzat suçlayıcı, yargılayıcı ve infazı hazırlayıcı bir güç olarak konumlanır.

Süreç genellikle tek bir kıvılcımla başlar: Sansasyonel bir video parçası, bağlamından koparılmış bir ses kaydı, tek taraflı bir “ifşa” veya viral bir hashtag kampanyası… Bu içerik, algoritmaların öfke ve çatışma odaklı içeriği önceliklendirme eğilimi sayesinde geometrik bir hızla yayılır. Birey, hazırlıksız bir şekilde, kamu vicdanı denen – ama çoğu zaman kamu öfkesinden ibaret olan – devasa bir sanal mahkemenin önüne atılır. Henüz resmi yargılama süreci başlamamışken, sosyal medya mahkemeleri çalışmaya başlamış ve sanal jüri (takipçiler, paylaşım yapanlar, yorumcular) kesin bir kanaate varmıştır. Bu mahkemelerde delillerin titiz incelemesi, savunma hakkı, tanık dinleme gibi unsurlar yoktur; yerini duygusal tepkiler, önyargılar, kısa ve çarpıcı sloganlar alır.

Bu noktada, geleneksel yargı mekanizması ciddi bir baskı altına girer ve işlevselliğini kaybeder. Medya ve sosyal medya tarafından önceden verilmiş bir “hüküm” ve infaz edilmiş bir “ceza” (itibar suikastı, sosyal ölüm, iş kaybı, psikolojik travma) vardır. Gerçek mahkemenin vereceği karar, artık sadece bir formalite, bir onay mührü ya da toplumsal infazın zaten gerçekleşmiş olduğu gerçeğini kabullenme anı olarak görülür. Asıl infaz, yargı sürecinden çok önce, medya ve dijital platformlar tarafından icra edilmiştir.

Medyanın bu süreçteki en tehlikeli dönüşümü, “haber veren” konumundan “cezalandıran özne” konumuna geçmesidir. Bu rol değişimi, habercilik etiğinin temel taşlarını (tarafsızlık, doğruluk, bağlam sunma, hakkaniyet) büyük ölçüde aşındırır. Belirleyici olan, olgusal gerçekler veya hukuki deliller değil; izlenme oranları (reyting), tıklanma sayıları, paylaşım istatistikleri ve dolayısıyla reklam geliridir. En sansasyonel başlık, en çarpıtılmış görsel, en kışkırtıcı yorum öne çıkar. Toplum, bu durumda “gerçeği” aramaktan çok, kendisine sunulan basit bir düşman imgesine karşı duyduğu öfkeyi gidermenin, “kötü” olana karşı kolektif bir nefret kusmanın verdiği geçici ve sahte bir “tatmin”i arar hale gelir.

Sonuç olarak, adalet kavramının kendisi kökten bir dönüşüme uğrar. Adalet, bir hakikat ve hesap verebilirlik arayışı olmaktan çıkar; izleyici kitlesine sunulan, duygusal bir boşalma (katharsis) sağlayan bir “arınma gösterisi”ne dönüşür. İnfaz ise, bireyin mahkum edilmesinin ötesinde, toplumun kendi ahlaki üstünlüğünü teyit ettiği, nefretini kutsadığı kolektif bir ritüel halini alır. Medyatik linç, hukukun üstünlüğünü değil, kalabalığın ve reytingin hükmünü tesis eder; geride ise çoğu zaman parçalanmış hayatlar ve derinleşen toplumsal güvensizlik bırakır.

Otoriter Rejimler İçin Mükemmel Araç: Linçin Stratejik Araçsallaştırılması

Modern linç, sadece kontrolsüz toplumsal öfkenin kaotik bir dışavurumu değildir. Giderek artan bir şekilde, otoriter ve hibrit rejimler tarafından bilinçli, planlı ve son derece stratejik bir biçimde kullanılan, teşvik edilen ve manipüle edilen bir iktidar aracına dönüşmüştür. Linç, bu rejimler için, “ellerini doğrudan kirletmeden”, rahatsız edici muhalif sesleri, bağımsız aktörleri veya istenmeyen grupları etkisiz hale getirmenin neredeyse “kusursuz” bir yöntemini sunar. Bu yöntem, geleneksel baskı araçlarından çok daha az uluslararası tepki çeker ve içeride de bir “halkın öfkesi” meşruiyeti sağlar.

Devletin kışkırtma ve yönlendirme mekanizmaları genellikle devlete yakın medya organları, sosyal medya hesapları (trol çiftlikleri, bot ağları) veya siyasi sözcüler tarafından devreye sokulur. Hedef kişi veya grup hakkında bağlamından koparılmış, abartılı veya tamamen uydurma bilgiler, manipülatif görseller veya kışkırtıcı iddialar kasıtlı olarak yayılır. “Vatan haini”, “dış güçlerin maşası”, “ahlaksız”, “toplum düşmanı” gibi damgalayıcı ve düşmanlaştırıcı etiketler bilinçlice yapıştırılır. Algoritmalar bu içeriği hızla yayarken, devlet yetkilileri doğrudan suçlamak yerine, “kamuoyundaki haklı tepkileri anlıyoruz” gibi örtülü onay mesajları verir veya sessiz kalarak linç ortamının olgunlaşmasını bekler. Yargının işlevsizleştirilmesi ve sorumluluğun devri ise bu sürecin kritik ayağını oluşturur. Devletin doğrudan cezalandırıcı bir rol üstlenmesine gerek kalmaz; yargının yerini, manipüle edilmiş bir “sosyal medya mahkemesi” ve “kamuoyu infazı” alır. Devlet, yaşanan linç sürecini seyreder, dolaylı yollarla yönlendirir (bilgi sızdırarak, hedef göstererek) veya pasif bir şekilde teşvik eder (tepkisiz kalarak, soruşturma açmayarak, açılsa da etkisiz yürüterek). Böylece, sorumluluk “kendiliğinden oluşan öfkeli kalabalığa” başarıyla devredilir. Linç edilen kişi, devasa bir nefret makinesi karşısında tamamen yalnız ve savunmasız bırakılır. Hukuk ona koruma sağlamaz (savcılık soruşturmaları etkisizdir, polis koruması yetersizdir veya hiç yoktur). Toplumun çoğunluğu korkudan veya öfkenin parçası olarak sessiz kalır. Medya ise ya kampanyayı körükler ya da korkudan gerçekleri dile getiremez.

Bu araçsallaştırma sürecinde hukuk, aldatıcı bir tiyatro dekoruna dönüşür. Eğer linç hedefi hayatta kalırsa veya sadece itibarsızlaştırılmışsa, resmi mahkemeler devreye girer. Ancak bu mahkemeler, gerçek adalet arayışının mekânları değil, sosyal medyada verilmiş “hükmü” resmileştiren ve toplumsal baskıyı hukuki kılıfa büründüren platformlar haline gelir. Savcılık iddianameleri, linç kampanyasında kullanılan argümanları tekrarlar. Yargıçlar, kamuoyu baskısı altında karar verir. Bu sinsi iktidar tahkimi mekanizması, klasik baskı yöntemlerinden çok daha tehlikelidir. Zira toplumun büyük bir kesimi, bu süreci “adaletin yerini bulması” veya “halkın tepkisinin sonucu” sanarak kendini meşru bir mücadelenin parçası zanneder. Medya ve iktidar sözcüleri “halkın zaferi” naraları atar. Oysa gerçekte yaşanan, otoriter iktidarın toplumun nefretini kullanarak muhalefeti ezmesi ve korku iklimini kalıcılaştırmasıdır. Linç, doğrudan devlet şiddetinin yerini alan, devlet tarafından yönlendirilen bir “kitle kaynaklı baskı” (crowdsourced repression) aracıdır.

Sonuçta ortaya çıkan, kontrolsüz gücün zaferi ve toplumsal çürümedir. Bu mekanizma, otoriterliği “halkın iradesi” kisvesi altında tahkim ederken toplumsal dokuyu derinden çürütür. Güç, hukukun üstünlüğünden ve hesap verebilirlikten tamamen kopar. Hiç kimse, kendisinin veya sevdiklerinin iktidarın ihtiyaç duyduğu bir “düşman” ilan edilip aynı linç makinesine yem olmayacağından emin olamaz. Linçin araçsallaştırılması, bireyleri, hukuku, toplumsal güveni ve insani değerleri katleden, otoriter rejimlerin en karanlık siyasi teknolojisidir. Bu teknoloji işlediğinde kazanan asla adalet değil, yalnızca sınırsızlaşmış iktidar olur.

Onurun Yok Edilişi: Linçin Birey Üzerindeki Çok Katmanlı Yıkımı

Linç, basit bir cezalandırma eyleminin çok ötesinde, bireyin insani kimliğini ve toplumsal varlığını sistematik biçimde silme girişimidir. Linç edilen kişi, aniden “ahlaksız”, “hain”, “canavar” veya “düşman” gibi tek boyutlu, indirgenmiş sıfatlara hapsedilir. Bu süreçte, onu insan yapan her şey – geçmişi, karmaşık kişiliği, yaşadığı bağlam, pişmanlık duymuş olma ihtimali, yaptığı iyilikler – acımasızca görmezden gelinir ve yok sayılır. Kişi, gerçekliğiyle hiçbir ilgisi olmayan bir karikatüre, soyut bir kötülük sembolüne dönüştürülür. Bu, yalnızca derin bir psikolojik travma değil, aynı zamanda bireyin toplum içindeki yerini ve anlamını ortadan kaldıran bir kimlik katliamıdır.

Bu kimlik yok oluşu, kaçınılmaz olarak katı bir toplumsal dışlanmayı ve somut yıkımı beraberinde getirir. Sosyal ilişkiler aniden kopar; arkadaşlar, komşular, hatta bazen aile bile uzaklaşır. İş kaybı, ekonomik çöküş ve sürekli tehditler gündelik gerçek haline gelir. Kişi, fiziksel ve sosyal olarak izole edilir; toplumsal dokunun dışına itilir. Ancak yıkım bununla sınırlı değildir. Linçin hüküm sürdüğü bu ortamda, hukukun temel ilkeleri – masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı, orantılı ceza – yerle bir olur. Birey, sadece toplumun değil, hukukun koruyucu şemsiyesinin de tamamen dışında bırakılır. Hukuki güvenceler erir, birey savunmasız ve görünmez bir hedef haline gelir.

En trajik ve tehlikeli olan ise, linç kültürünün kendi kendini besleyen döngüsel doğasıdır. Bugün bir kalabalığın öfkesini yönelterek başkasını linç edenler, yarın değişen koşullar, yeni düşmanlıklar veya siyasi rüzgarlar nedeniyle kendileri de linç edilen taraf olabilirler. Linç mekanizması, sürekli yeni “ötekiler”, yeni “düşmanlar” yaratarak varlığını sürdürür. Toplumun geniş kesimleri, bir linçe seyirci kaldığında, sessiz onay verdiğinde veya aktif katıldığında, aslında yarının kendilerine yönelecek şiddetini meşrulaştırmış olur. Bugün bir başkasının maruz kaldığı linç karşısında sessiz kalan her tavır, toplumsal bağışıklığı zayıflatır ve gelecekteki her türlü keyfi şiddetin önünü açar. Bu kültür, nihayetinde, tüm toplumun insani ve hukuki dokusunu kemiren, herkesi potansiyel kurban haline getiren yıkıcı bir girdaba dönüşür.

Hukuk Nerede? Yargı ve Kamusallık Krizi: Bir İşlevsizlik ve İlke Kaybı Analizi

Linç kültürünün zehirli atmosferinde hukuk ve yargı derin bir krize sürüklenir. Peki bu ortamda hukuk ne yapar? Ne yazık ki çoğu zaman işler görünür ama etkisiz kalır. Yargı süreçleri devam eder ancak karar mekanizması, medya manşetlerinin ve sosyal medya infialinin ağır baskısı altında ezilir.

Yargıçlar ve savcılar, kendi vicdani kanaatlerini veya delilleri değil, dijital linç kalabalığının “acele adalet” taleplerini dikkate almak zorunda hisseder. Bu psikolojik baskı, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi kavramların yozlaşmasına yol açar. Şeffaflık, sürecin sağlığı için değil, linç edilene yönelik nefreti beslemek için kullanılır hale gelir.

İdealde adaleti sağlamayı amaçlayan “kamusallık”, bu koşullarda linç kültürünün bir silahına dönüşür. Kamuoyu, yargıyı denetleyen bir güç olmaktan çıkar; onu yönlendiren bir tahakküm aracı haline gelir.

Oysa gerçek kamusallık, ancak bağımsızlık ve evrensel hukuk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalınarak mümkündür. Adalet; masumiyet karinesi, savunma hakkı, orantılılık gibi ilkelerle tesis edilebilir. Hukukun meşruiyeti, sosyal medyanın hızına yetişen kararlarla değil; titiz delil incelemesi ve sağlam gerekçelerle inşa edilir.

Linç kültürünün gölgesinde işleyen bir yargı, ne bireyin onurunu koruyabilir ne de toplumun adalet arayışına cevap verebilir. İlkelerini yitiren böyle bir yargı, kağıt üstünde var olsa da işlevsizleşir ve nihayetinde tüm toplumu yaralar.

Adaletin Tek Yolu: İlke, Ölçü ve Hukuk Medeniyeti

Bugün toplumsal varlığımızı sürdürmek için en acil ihtiyacımız, duygusal tepkilerle değil, evrensel ilkelerle hareket edebilme becerisidir. Adalet, öfkenin veya intikam arzusunun doyurulması değildir. Esas olan; hukuki ölçünün, somut hakkaniyetin ve her bireyin dokunulmaz insan onurunun titizlikle korunmasıdır. Duygular geçici ve değişkendir; adalet ise ancak sabit ilkeler üzerinde yükselebilir.

Linç kültürünün yıkımı bireyle sınırlı kalmaz. Toplumu derinden kemirir, ahlaki çöküntüye sürükler. Hukuk, keyfi uygulamalarla ciddiyetini yitiren bir oyuna; yargı süreçleri ise gerçek anlamını kaybeden boş bir dekorasyona dönüşür. Bu kültür, toplumsal dokuyu zehirler.

Korku, her yere sinsice yayılır. İnsanlar düşüncelerini açıkça ifade etmekten çekinir, ifade özgürlüğü biter. Farklı sesler, eleştiri getiren her muhalefet, potansiyel bir linç tehdidi altında susturulur. Toplumsal güven, bu süreçte onarılmaz biçimde zedelenir. Bu tahribat sadece bugünü değil, gelecek nesillerin sosyal ve hukuki mirasını da tüketir.

Gerçek ve kalıcı adaletin tek yolu, linç kültürünün karanlığından değil; bağımsız, tarafsız, şeffaf ve tüm vatandaşlara eşit şekilde uygulanan kamusal bir hukuk sisteminin aydınlığından geçer. Medeniyet, öfke ve nefret üzerine değil; akıl, diyalog ve en önemlisi, herkesi kucaklayan güçlü bir hukuk düzeni üzerine inşa edilebilir. Çünkü insan onuru, ancak hukukun güvencesi altında gerçek anlamına kavuşur.

Yarım Kalan Projelerin Unutulmaz Organizatörü

Farklı İşler!

Profil 1

Nuri Bay

Profil 2

Nuri Sel*

Profil 3

Ferit Nakıs

Profil 4

Ömer Lütfi Ünbil

Profil 5

Nuri Bay v4.0

Kategoriler

Son yorumlar

Üst veri

Etiketler

Etiketler:

#adalet #linç #sosyalmedya

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.