EYT tartışmalarının ötesinde, sosyal güvenlik sisteminde çöküşün asıl sorumlusu kim?

Türkiye’de emeklilik meselesi, yıllardır teknik bir mesele gibi sunulsa da, gerçekte çok daha derin bir hesaplaşmayı içinde barındırıyor. Bu konu gündeme her gelişinde, ya “erken emeklilik” korkusu ya da “emekliler hazineye yük” söylemi etrafında kısır bir döngü üretiliyor. Oysa asıl soru hâlâ sorulmuyor: Emekli maaşları neden gerçekten bir yük hâline geldi? Daha da önemlisi, bu yük gerçekten kimin omzunda? Tartışmalar, ekonomik rasyonalite maskesiyle sunulsa da, mesele özünde bir hak ve sözleşme tartışmasıdır.

Emeklilikle ilgili konuşurken sesimiz değişiyor. Bir tedirginlik giriyor kelimelerin arasına. Sanki erken emekli olmak bir tür fırsatçılık, birileri tarafından sistemin dolandırılması gibi sunuluyor. Medyada sık duyulan bir cümle var: “Ekonomiye yük olacaklar.” Ama aynı devlet, büyük ihaleleri peş peşe alan holdingleri, kamu kaynaklarıyla şişirilen projeleri, yıllarca zarar eden kamu özel ortaklıklarını nedense hiç “yük” olarak görmüyor. Çünkü mesele, yıllar değil; kimlerin yük, kimlerin hisse sahibi sayıldığıyla ilgili.

Emeklilik, çalışmanın sonu değil; devletle yapılan açık bir sözleşmenin sonucudur. Her ay maaşından düzenli olarak kesinti yapılan milyonlarca çalışan, devlete fiilen kredi açtı. Bu kredinin geri ödenme vaadi, emeklilik maaşıydı. Ne fazla, ne eksik. Ancak bugün aynı devlet, bu sözleşmeyi hatırlatanlara neredeyse suçlu muamelesi yapıyor: “Kusura bakmayın, kasada para yok.” Ama bu “yokluk” ifadesi, nedense başka alanlarda asla geçerli olmuyor. Lüks makam araçlarından, garanti ödemelerinden, vergi aflarından vazgeçilmiyor. Burada yaşanan şey sadece bir bütçe açığı değil; bütçedeki adaletin açık veriyor olmasıdır.

Garip bir kırılma yaşanıyor: Toplum olarak, yük kavramını sadece aşağıya doğru çalıştırmaya alıştık. Emekliliği hak eden biri, “Acaba erken mi davranıyorum?” diye kendi kendini sorgularken, devletin yükünü çeken vatandaşlar, sanki başkasının hakkını alıyormuş gibi davranıyor. Ama kimse şunu sormuyor: Devlet kime yük? Bu yük neden hep aşağıdan yukarıya doğru değil de, yukarıdan aşağıya doğru iniyor? Neden tasarruf daima emekçiden, güvencesiz olandan bekleniyor?

Ve asıl mesele şurada düğümleniyor: Bu sadece bir emeklilik sistemi tartışması değil. Bu, devlete duyulan güvenin testi, bir sözleşmenin akıbeti ve sonuçta bir rejim meselesi. Eğer devlet, kendi sözleşmelerini tutmakta istikrarsızlaşırsa, toplum da geleceğe güvenle bakamaz. Sözleşme bir kere bozuldu mu, gerisi hızla gelir. İşte bu yüzden, bugün sorulması gereken soru sadece “kaç yaşında emekli olunacağı” değil; daha temelde şudur: “Ben devlete prim mi ödedim, yoksa kefil mi oldum?”

Emeklilik: Bir Hak mı, Lütuf mu?

Emeklilik, sadece çalışma hayatının sonu değil; aynı zamanda anayasal bir haktır. Türkiye’de Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu (5510 sayılı yasa) açık bir çerçeve çizer: Bir kişi, çalıştığı süre boyunca devlete prim öder, bunun karşılığında da emekli olduğunda maaş alır. Bu sistemin dayanağı sadece yasal değil, aynı zamanda anayasal bir taahhüttür. Anayasa’nın 2. ve 60. maddeleri, sosyal devlet ilkesini ve sosyal güvenlik hakkını açıkça tanımlar. Yani emeklilik, devletin insafına kalmış bir lütuf değil; yerine getirilmesi zorunlu bir borçtur.

Ancak bugün geldiğimiz noktada bu açık hak, gittikçe bulanıklaştırılıyor. Emeklilik, siyasal söylemlerde bir “yük” gibi lanse ediliyor. Hatta bazı medya organlarında, erken emekliliği talep eden yurttaşlar, sistemin açıklarını kullanan fırsatçılar gibi gösteriliyor. Bu, sadece ahlaki bir haksızlık değil; aynı zamanda anayasal düzene aykırı bir yaklaşımdır. Çünkü kimse devletten fazladan bir şey istemiyor. İnsanlar sadece, zamanında ödediği primlerin karşılığını talep ediyor.

Bu talebin karşılık bulmamasının bir nedeni de, yıllar içinde yapılan sistem değişiklikleri. 1999, 2008 ve sonrasındaki reformlarla emeklilik yaşları yükseltildi, prim gün sayıları artırıldı. Ama bu değişiklikler, geriye dönük işletildi. Yani bir kişi, sisteme girişte hangi şartlarla çalışmaya başlamışsa, o şartlar zamanla ağırlaştırıldı. Bu, borçlanma sırasında faiz eklemek değil; borç vadesi yaklaştıkça borç miktarını keyfi biçimde artırmak gibi bir durumdur. Hukuki güvenliğe aykırıdır.

Üstelik emekli maaşları, sadece hukuki değil; aritmetik olarak da çelişkiler barındırıyor. 2024 itibarıyla ortalama emekli maaşı, asgari ücretin bile altında kalıyor. Emekli sayısı artarken, maaşlar reel olarak düşüyor. Bu durum yalnızca emeklileri değil, çalışanları da etkiliyor. Çünkü artık sistem, “ne kadar çok çalışırsan, o kadar geç ve daha az maaşla emekli olursun” mantığıyla işliyor. Bu yapının içinde motivasyon değil, adaletsizlik üretiliyor.

Devlet yetkilileri sık sık “sistemin sürdürülebilirliği”nden söz ediyor. Ama sürdürülemeyen, emeklilik sistemi değil; bütçenin öncelikleri. Zira emekliye gelince tasarruf istenirken, şirketlere yapılan vergi muafiyetleri, kamu-özel işbirliklerinde verilen garantiler ya da dövize endeksli mevduat destekleri sorgulanmıyor. Asıl yük, kamunun tercihlerinde saklı. Ve bu tercihler, kaynakların kimden yana kullanıldığını açıkça ortaya koyuyor.

Sonuçta, emeklilik hakkı sadece bireysel bir talep değil; toplumsal bir güvenlik sözleşmesinin teminatıdır. Devlet, bu sözleşmeyi keyfi şekilde esnettiğinde, sadece emeklilik sistemi değil; yurttaşların devlete duyduğu güven de erozyona uğrar. Prim ödeyen yurttaş şunu sorma hakkına sahiptir: “Ben yıllarca devletime güvendim, peki devlet bana neden güvenmiyor?” Bu soruya verilecek dürüst bir cevap olmadan, sosyal barıştan da sürdürülebilir bir sistemden de söz edilemez.

Kaynağında Kesilen Paralar Nereye Gitti?

Bir çalışan, ortalama 25 yıl boyunca her ay düzenli olarak prim öder. Bugünün rakamlarıyla düşünürsek, aylık 2000 TL’lik bir prim ödemesi, toplamda yaklaşık 600.000 TL’lik bir katkı anlamına gelir. Bu tutar, sadece bireysel olarak değil, topluca düşünüldüğünde milyarlarca liralık bir fonun oluştuğunu gösterir. Üstelik bu para, teorik olarak üretken bir kaynak olabilir. Basit bir faizle ya da akıllıca yapılan yatırımlarla bu fon, emeklilerin geçimini sağlayacak güçlü ve sürdürülebilir bir gelir sistemine dönüşebilirdi.

Ancak Türkiye’de primler, “geleceğe dönük birikim” olarak değil, “bugünü kurtarma” refleksiyle değerlendirildi. Sosyal Güvenlik Kurumu’nun topladığı bu fonlar, uzun vadeli planlamalar için değil, kısa vadeli bütçe açıklarını kapatmak için kullanıldı. Bu kaynaklar, Hazine’ye devredildi, kamu borçlanmasını finanse etmekte araç hâline geldi, hatta faiz maliyetlerini düşürmek için iç borçlanma mekanizmalarına dahil edildi. Yani emeklilik için biriken para, aslında hiç emekliye kalmadı.

Bu durumun sonucu bugün açıkça ortada: Devlet, emekliye ödemesi gereken maaşları karşılamakta zorlanıyor. Çünkü söz konusu fonlar, üretken alanlarda değerlendirilmeyip tüketildi. Daha da kötüsü, bu tüketim süreci halktan gizlendi. Kimseye “Bu parayı bugünkü açıklar için kullanıyoruz, yarın ödeyemeyebiliriz” denmedi. Devletin vatandaşla yaptığı sosyal sözleşme, tek taraflı olarak bozuldu. Vatandaşın birikimi, onun izni olmadan harcandı.

Bu da temel bir güven krizine yol açtı. Çünkü prim ödeme sistemi, ancak geleceğe dair bir güven duygusu varsa işler. Çalışan kişi, ödediği primin bir gün kendisine döneceğine inanırsa, bu sisteme gönüllü olarak katılır. Ama şimdi durum şu: Vatandaş yıllarca prim ödüyor, ancak emekli olduğunda bu paranın nerede olduğunu, nasıl kullanıldığını ve neden yetmediğini öğrenemiyor. Bu da sosyal güvenliğin en temel ilkesi olan “şeffaflık” ilkesinin tamamen ihlal edildiği anlamına geliyor.

Emeklilik fonları, adım adım bir tasarruf aracı kimliğini kaybetti; devletin kısa vadeli nakit ihtiyacını karşılayan bir finansman musluğuna dönüştü. Bireylerin geleceği için ayrılmış kaynaklar, bugünün açıklarını örtmekte kullanıldı. Oysa bu fonlar asli işlevi olan güvenceyi sağlasaydı, bugün milyonlarca emekli yoksulluk sınırının altında yaşam mücadelesi vermezdi. Tartışılan şey sistemin mali dengesi değil, sistemin adaleti olurdu. Ama artık mesele, sadece rakamların değil, birikmiş hakların da nasıl buharlaştığını anlamaya çalışmak.

Kimin Yükü?

“32 milyon çalışan 16 milyon emekliye bakıyor” söylemi, son yıllarda kamuoyuna sıkça sunulan bir argüman hâline geldi. İlk bakışta rakamsal olarak doğru gibi görünen bu cümle, emeklilik sistemine ilişkin ciddi bir yapısal sorunu basitleştirerek, neredeyse emeklileri birer yük gibi göstermeye başlıyor. Oysa bu ifadenin altında gizlenen temel sorun, geçmişte yapılması gerekenlerin yapılmamış olmasıdır.

Çalışan sayısının emekli sayısına oranı, bir sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliği açısından önemlidir. Ancak bu oran tek başına bir belirleyici değildir. Asıl belirleyici olan, sistemdeki fonların nasıl yönetildiği ve zamanında yapılan prim ödemelerinin hangi amaçla kullanıldığıdır. Eğer çalışanların ödediği primler gerçekten bir emeklilik fonunda biriktirilmiş ve uzun vadeli yatırımlarla değerlendirilmiş olsaydı, bugün bu kadar yüksek bir çalışan-emekli oranına ihtiyaç duyulmazdı.

Bugün emekliler kendi birikimleriyle geçinemiyor çünkü o birikimler hiçbir zaman gerçek anlamda kendilerine ait olmadı. Kaynağında kesilen primler, yıllar boyunca kamu bütçesindeki açıkları kapatmak için kullanıldı. Bu nedenle emekli, hak ettiği maaşı alabilmek için hâlâ bir “yük” gibi anılıyor. Oysa yük olan, bireyin hak arayışı değil; devletin geçmişte yaptığı tercihlerdir.

Bu tercihler arasında, emeklilik fonlarının uzun vadeli reel getiri sağlayacak araçlarda değerlendirilmemesi en öne çıkanlardan biridir. Bunun yerine, kısa vadeli bütçe açıklarını gidermek için iç borçlanma araçlarına yönelindi; emeklilik fonları, devlete ucuz borç vermek için kullanıldı. Yani sorun, çalışanın ya da emeklinin üretkenliği değil, sistemin işleyiş mantığıdır. Sorunun kaynağına inmeden, sadece istatistiklerle konuşmak, asıl suçluyu perdelemekten başka bir işe yaramaz.

Bu sistem içinde “yük” olanı doğru tanımlamak gerekir. 25-30 yıl boyunca düzenli prim ödeyen bir çalışanın, yaşlandığında insanca yaşamak istemesi yük değildir. Hak arayışı da değildir. Asıl yük, hesap vermeyen bir kamu maliyesidir. Emeklilere bakmak değil; geçmişte yapılması gerekenleri yapmamış olmanın maliyetiyle yüzleşmektir asıl mesele.

Bu yüzden mesele sadece bir demografi meselesi değildir. Aynı zamanda bir adalet meselesidir. “Kim kime bakıyor?” sorusu, teknik bir oran değil; ahlaki bir tercih olarak yeniden sorulmalıdır. Emeklinin omzuna yük bindirmeden önce, sistemin omuzlarındaki sorumluluğun ne kadar ağırlaştığına bakmak gerekir.

Fon Yönetimi: Dünya Nasıl Yapıyor?

Gelişmiş ülkelerde emeklilik fonları, ekonominin temel taşlarından biri olarak kabul edilir ve sermaye piyasalarının en büyük aktörleri arasında yer alır. Bu fonlar, sadece bireylerin gelecekteki mali güvenliklerini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda ulusal ekonomilere de önemli katkılar sunar. Norveç ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bu konuda öne çıkan iki örnektir.

Norveç Varlık Fonu: Petrol Gelirlerinden Küresel Yatırımlara

Norveç, 1990 yılında petrol ve doğal gaz gelirlerini yönetmek amacıyla Devlet Petrol Fonu’nu kurdu; bu fon daha sonra Norveç Varlık Fonu (Government Pension Fund Global – GPFG) adını aldı. Fonun temel amacı, petrol gelirlerinin gelecekteki nesiller için biriktirilmesi ve ülke ekonomisinin petrol fiyatlarındaki dalgalanmalardan korunmasıdır. 2024 yılı itibarıyla fonun büyüklüğü 19 trilyon Norveç Kronu’nu (yaklaşık 1,6 trilyon USD) aşmıştır.

Fon, yatırımlarını 71 ülkede 8.700’den fazla şirkete dağıtarak küresel bir portföy oluşturmuştur. Yatırımlarının %72,1’i hisse senetlerinde, %26’sı tahvillerde ve geri kalanı gayrimenkul varlıklarında bulunmaktadır. Bu çeşitlendirilmiş portföy yapısı, fonun risklerini minimize ederken getiri potansiyelini maksimize etmeyi hedefler.

Fonun yönetimi, Norveç Merkez Bankası’na bağlı Norges Bank Investment Management (NBIM) tarafından yürütülmektedir. Stratejik kararlar ise Maliye Bakanlığı tarafından belirlenir. Ayrıca, fonun etik ve sürdürülebilir yatırımlar yapmasını sağlamak amacıyla bağımsız bir Etik Konseyi bulunmaktadır. Bu konsey, insan hakları ihlalleri, çevresel zararlar veya nükleer silah üretimi gibi faaliyetlerde bulunan şirketlere yatırım yapılmamasını tavsiye eder.

Amerika Birleşik Devletleri: Bireysel Emeklilik Fonlarının Gücü

ABD’de bireysel emeklilik fonları, sermaye piyasalarının en büyük yatırımcıları arasında yer alır. Bu fonlar, 401(k) ve IRA gibi çeşitli emeklilik hesapları aracılığıyla bireylerin birikimlerini toplar ve yönetir. Fonların portföyleri genellikle hisse senetleri, tahviller, gayrimenkuller ve diğer yatırım araçlarından oluşur. Bu çeşitlendirme, yatırımcıların risklerini dağıtarak uzun vadeli getiri sağlamayı amaçlar.

ABD’deki emeklilik fonları, profesyonel portföy yöneticileri tarafından yönetilir ve sıkı düzenlemelere tabidir. Fonların performansı düzenli olarak izlenir ve yatırımcılarla şeffaf bir şekilde paylaşılır. Bu sayede, bireyler emeklilik birikimlerinin nasıl değerlendirildiğini ve hangi getirilerin elde edildiğini açıkça görebilirler.

Türkiye’de Emeklilik Fonlarının Durumu

Türkiye’de bireysel emeklilik sistemi (BES), 2003 yılında hayata geçirilmiş ve bireylerin emeklilik dönemlerinde ek gelir sağlamayı hedeflemiştir. Ancak, Türkiye’deki emeklilik fonlarının yönetimi, gelişmiş ülkelerdeki örneklerden farklılık göstermektedir. Fon portföyleri ağırlıklı olarak kamu ve özel sektör borçlanma araçları ile mevduattan oluşmaktadır. Bu durum, fonların getirilerini sınırlayabilir ve uzun vadeli büyüme potansiyelini azaltabilir.

Ayrıca, Türkiye’deki emeklilik fonlarının yönetiminde şeffaflık ve bağımsız denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi gerekmektedir. Fonların yatırım stratejilerinin ve performanslarının düzenli olarak kamuoyuyla paylaşılması, bireylerin sisteme olan güvenini artıracaktır.

Dersler ve Öneriler

Gelişmiş ülkelerdeki başarılı emeklilik fonu yönetimlerinden alınabilecek bazı dersler şunlardır:

  1. Çeşitlendirilmiş Yatırım Portföyü: Fonların, riskleri minimize etmek ve getirileri maksimize etmek için farklı varlık sınıflarına yatırım yapması önemlidir.
  2. Profesyonel ve Bağımsız Yönetim: Fonların, siyasi etkilerden bağımsız, profesyonel yöneticiler tarafından yönetilmesi, etkin ve verimli bir fon yönetimi sağlar.
  3. Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Fonların yatırım kararları, performansları ve yönetim süreçleri hakkında düzenli ve açık bilgilendirme yapılması, kamuoyunun güvenini artırır.
  4. Etik ve Sürdürülebilir Yatırımlar: Çevresel, sosyal ve yönetişimsel (ESG) faktörlerin yatırım kararlarında dikkate alınması, uzun vadeli değer yaratılmasına katkı sağlar.

Türkiye’nin emeklilik fonlarının yönetiminde bu ilkeleri benimsemesi, hem bireylerin emeklilik birikimlerinin değerlenmesini hem de ülke ekonomisinin güçlenmesini sağlayacaktır.

“Mezarlıkta Emeklilik” Tartışması

Emeklilik yaşının sürekli yükseltilmesi, son yıllarda kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olmuştur. Bu durum, bireylerin emeklilik haklarına erişimini zorlaştırmakta ve birçok kişi, belirlenen yaş sınırlarına ulaşamadan hayatını kaybetmektedir. Bu olgu, emeklilik sisteminin adaletini ve etkinliğini sorgulamamıza neden olmaktadır.

Türkiye’de emeklilik yaşı, 1999 yılında çıkarılan 4447 sayılı kanunla erkeklerde 60, kadınlarda ise 58 olarak belirlenmiş ve kademeli olarak 65 yaşına çıkarılması öngörülmüştür. Bu düzenlemelerin temel gerekçesi, sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliğini sağlamak olarak ifade edilmiştir. Ancak, bu tür politikaların bireylerin yaşam kalitesi ve sağlık durumu üzerindeki etkileri göz ardı edilmiştir.

Emeklilik yaşının yükseltilmesi, çalışanların daha uzun süre iş hayatında kalmasını gerektirir. Ancak, ileri yaşlarda iş bulma ve mevcut işte verimli çalışma kapasitesi, sağlık sorunları ve işverenlerin yaşlı çalışanlara yönelik tutumları nedeniyle azalabilir. Bu durum, yaşlı çalışanların iş gücü piyasasında dezavantajlı konuma düşmesine ve işsiz kalma riskinin artmasına yol açabilir.

Diğer yandan, emeklilik yaşının yükseltilmesi, bireylerin emeklilik döneminde geçirecekleri süreyi kısaltmaktadır. Bu da, yıllarca prim ödeyen bireylerin, emeklilik haklarından tam anlamıyla yararlanamadan hayatlarını kaybetme riskini artırmaktadır. Bu durum, emeklilik sisteminin adaletini sorgulatan önemli bir faktördür.

Gelişmiş ülkelerde, yaşlı nüfusun artışıyla birlikte emeklilik sistemlerinin sürdürülebilirliği konusunda çeşitli politikalar geliştirilmektedir. Bunlar arasında, yaşlı istihdamını teşvik eden programlar, esnek çalışma modelleri ve yaşam boyu öğrenme fırsatları bulunmaktadır. Türkiye’de de benzer politikaların hayata geçirilmesi, hem yaşlı bireylerin iş gücü piyasasında daha uzun süre aktif kalmasını sağlayabilir hem de emeklilik sisteminin sürdürülebilirliğine katkıda bulunabilir.

Emeklilik yaşının yükseltilmesi sadece ekonomik bir tedbir olarak görülmemeli; bireylerin sağlık durumu, iş gücü piyasasındaki koşullar ve emeklilik haklarından adil bir şekilde yararlanma imkanları da dikkate alınmalıdır. Aksi halde, emeklilik sistemi, hak edenlerin emeklilik dönemini yaşamadan hayatını kaybettiği bir yapıya dönüşebilir.

Alternatif: Kendi Fonunu Kendi Yöneten Birey

Bireylerin ödediği primlerin tamamının merkezi bir havuzda toplanması ve devlet tarafından yönetilmesi, sosyal güvenlik sistemimizin temel yapısını oluşturuyor. Ancak bu model, zaman içinde hem finansal sürdürülebilirlik hem de bireysel güven açısından ciddi sorunlar doğurdu. Bu noktada, alternatif bir yaklaşım olarak bireyin priminin bir kısmını kendi kontrolünde tutabileceği, yani kendi fonunu yönetebileceği bir sistemin tartışılması önem kazanıyor.

Böyle bir modelde, çalışanlar birikimlerinin bir bölümünü kendi tercihleri doğrultusunda yatırım araçlarında değerlendirebilir. Bu fonlar, bireyin emeklilik döneminde doğrudan kendi birikimi üzerinden maaş almasını sağlar. Dolayısıyla, devletin sosyal güvenlik sistemine olan yükü azalırken, bireyler de kendi finansal geleceklerini daha aktif ve şeffaf bir şekilde yönetme imkânı elde eder.

Bu yaklaşım aynı zamanda devlet ile vatandaş arasında zedelenen güveni yeniden tesis etme potansiyeline sahiptir. Günümüzde birçok kişi, primlerinin devlet bütçesine karıştığını ve karşılığını alamadığını düşünüyor. Oysa bireyin kendi fonunu yönetebilmesi, parasının nasıl ve nerede değerlendirildiğini görmesi, izleyebilmesi, denetleyebilmesi, hem şeffaflığı artırır hem de devletin “tek muhatap” olduğu sistemi çeşitlendirir.

Elbette böyle bir dönüşüm, hukuki ve kurumsal altyapı değişikliklerini gerektirir. Fonların profesyonel ve disiplinli bir şekilde yönetilmesi, kötü yönetim risklerinin azaltılması, düşük gelirli ve düzensiz çalışanların haklarının korunması gibi konular titizlikle ele alınmalıdır. Ancak dünyada benzer modellerin başarıyla uygulandığı örnekler bulunmakta; bu da Türkiye’nin de kendi sosyal güvenlik sisteminde bu tür bir esnekliği tartışması için güçlü bir gerekçe oluşturuyor.

Sonuç olarak, bireyin kendi fonunu yönetebilmesi, sadece finansal sürdürülebilirlik açısından değil, sosyal sözleşmenin yeniden kurulması ve vatandaş-devlet ilişkilerinde güvenin tazelenmesi açısından da büyük bir adım olabilir. Bu sayede, primler sadece bir yük olarak değil, geleceğe dair bir yatırım ve garanti olarak görülmeye başlayabilir.

EYT Bir Sebep Değil, Sonuçtur

EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) üzerinden yürütülen tartışmalar, toplumun dikkatini asıl meseleden uzaklaştırmakta ve çözüm arayışlarını gölgelemektedir. Bu tartışmalar genellikle sadece birkaç yıl erken emeklilik hakkı talebine odaklanırken, emeklilik sistemimizin kök sorunları göz ardı edilmektedir. Oysa yaşanan temel problem, bireylerin birkaç yıl erken emekli olma meselesinden çok daha derindir. Sorunun özünde, yıllar boyunca biriken emeklilik primlerinin sistem içinde verimli ve sürdürülebilir şekilde kullanılmaması yer almaktadır.

Bugün geldiğimiz noktada, emeklilik sistemindeki finansal dengenin bozulması ve sürdürülemez hale gelmesi, uzun vadeli planlama ve kaynak yönetimindeki eksikliklerden kaynaklanmaktadır. Primlerin toplanması kadar, bu kaynakların nasıl değerlendirildiği, hangi politikalarla yönetildiği ve sistemin genel yapısının nasıl şekillendirildiği, asıl çözüm bekleyen konulardır. Erken emeklilik tartışmaları bu yüzden sadece yüzeydeki bir mesele olarak kalmakta, derin yapısal sorunların üstünü örtmektedir.

Bu bağlamda, emeklilik meselesini sadece bireysel bir hak sorunu olarak görmek yanıltıcıdır. EYT tartışmalarıyla gündeme gelen taleplerin arkasında, devletin sosyal güvenlik sisteminde yaptığı hesap hataları, yönetim zaafları ve stratejik planlama eksiklikleri yatmaktadır. Dolayısıyla mesele artık bir grup vatandaşın hakkı değil, devletin mali ve yapısal sorumluluğudur. Emeklilik sisteminin sürdürülebilirliğini sağlamak için kaynakların doğru kullanılması, şeffaf ve etkin yönetim mekanizmalarının oluşturulması kaçınılmazdır.

Artık bu karmaşık ve uzun vadeli sorunu doğru şekilde anlamak ve tartışmak zorundayız. Toplumun tüm kesimlerinin ve karar vericilerin ortak akılla, bilime ve gerçek verilere dayalı politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Sadece bireysel taleplerin öne çıkarıldığı, popülist söylemlerle gündem belirlenen bir yaklaşımın ötesine geçmek şarttır. Bu, herkesin hak ettiği emekliliğe ulaşabilmesi ve sosyal güvenlik sisteminin geleceğe güvenle taşınabilmesi için elzemdir.

Bu sürecin başarılı olması için kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi, emeklilik sisteminin temel dinamiklerinin şeffaf biçimde paylaşılması ve toplumun her kesiminin sürece katılımı sağlanmalıdır. Yalnızca bu şekilde, sistemin tüm paydaşları gerçekçi beklentiler geliştirebilir ve birlikte çözüm yolları arayabilir. Devletin, sosyal güvenlik alanındaki hesaplarını ve yönetim biçimini sorgulamak, sorunların temelinde yatan nedenleri ortaya koymak ve uzun vadeli reformlara zemin hazırlamak artık bir zorunluluktur.

Sonuç olarak, emeklilik sistemindeki sıkıntılar EYT tartışmalarıyla geçiştirilemez. Asıl önemli olan, devletin topladığı primleri nasıl yönettiği, sistemin finansal sürdürülebilirliğinin nasıl sağlanacağıdır. Bu sorulara doğru ve birlikte cevap aramanın zamanı gelmiştir. Toplumsal dayanışmayı ve geleceğe güveni sağlamak adına, bu karmaşık meseleyi sağduyu, bilimsel yaklaşım ve kapsamlı reformlarla ele almak en büyük önceliğimiz olmalıdır.

Yarım Kalan Projelerin Unutulmaz Organizatörü

Farklı İşler!

Profil 1

Nuri Bay

Profil 2

Nuri Sel*

Profil 3

Ferit Nakıs

Profil 4

Ömer Lütfi Ünbil

Profil 5

Nuri Bay v4.0

Kategoriler

Son yorumlar

Üst veri

Etiketler

Etiketler:

#eyt #emeklilik #kamu-maliyesi

1 cevap

Trackbacks & Pingbacks

  1. […] “Emekliliğin Gerçek Bedeli: Kim Kimin Yükü?” Ömer Lütfi Ünbil, toplumsal bir tartışmayı tüm ağırlığıyla ele alıyor. Emeklilik […]

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.