Giriş:

İnsan bazen dilin içinde kaybolmaz, dile saplanır. Cümlenin ortasında bir yerlere yerleştirilmiş o garip “olmak” kipine takılır mesela:
“Güzel haberleri veriyor olmaktan dolayı mutluyuz.”
Ne demek bu gerçekten: veriyor olmaktan mutluyum? Basit bir fiili neden bu kadar sündürüyoruz? Veriyor musun? Verdin mi? Verecek misin? Yoksa sadece “verme süreci”nin içine saklanıp orada olduğuna inanmamızı mı istiyorsun? Dilin zamansal olanla duygusal olanı birbirine karıştırdığı, eylemi zaman içinde yuvarlayarak sorumluluktan sıyırdığı bir an bu. Tıpkı sürekli sınavlara hazırlanıyor olmak, sürekli projeler geliştiriyor olmak, sürekli bir şeyler okuyor olmak gibi. Fiil, geçmişte ya da şimdi gerçekleşmiş değil; gelecekte de değil. O sadece “oluş hâli”ne hapsedilmiş. Ve bu hâl, hakikat üretmiyor; yalnızca niyet gösteriyor.

Bu garip yapıların arkasındaki temel dürtü çoğu zaman sanıldığı gibi açıklık ya da ifade zenginliği değil. Tam tersine, fiilin çıplak hâlinin yetersiz geldiği sanrısı. Vermek demek çok keskin geliyor kulağa, fazla açık. Veriyor olmak ise hem daha kibar, hem daha “devam ediyor” izlenimi yaratıyor. Yani ne tam bir iddia, ne de tam bir teslimiyet. Arada, kaypak bir zemin. Çünkü modern zihin, eylemin kesinliğinden değil, eylemin niyetinden ve o niyetin estetik sürecinden hoşlanıyor. O yüzden yazıyorum demek yerine yazıyor olacağım, çalıştım yerine çalışıyor olacağım deniyor. Sanki bu şekilde daha üretken, daha planlı, daha “proaktif” olunuyor.

Ama mesele yalnızca bu değil. Asıl derinlik, kulağın başka bir dilin yapısıyla yoğrulmasında yatıyor. Yani aslında kulağın artık Türkçe düşünmüyor. Kulağın, İngilizce eğitilmiş durumda. To be yapısı zihne sızmış: to be writing, to be speaking, to be giving, to be grateful. O yüzden de bu tarz cümleler kurulurken Türkçenin asli yapıları yetersiz sanılıyor. Oysa mesele Türkçenin eylem kapasitesi değil; kişinin o eylemi taşıyacak özne olarak kendi dilinde konumlanamaması. Dilin değil, bilinç yapısının İngilizceleşmesi bu. Ve bu değişim sandığımızdan daha sessiz, daha derin ve daha kalıcı.

Bu noktada “çıkmak” ile “çıkış yapmak” arasındaki ayrım önem kazanıyor. İlkinde doğrudan bir eylem var: çıkmak. Kimin yaptığı belli, sonucu açık. İkincisinde ise fiil soyutlanmış, edilgenleştirilmiş, kurumsal bir kabuğa bürünmüş. Çıkış yapılıyor deniyor mesela; kim yapıyor? Nasıl yapıyor? Belli değil. Çünkü bu tür ifadeler, özneyi görünmez kılıyor. Hatta bazen kasıtlı olarak yok ediyor. Kurumsal Türkçe tam da bu yüzden böyle yapay. “İletişime geçilecek olunuyor” gibi devrik edilgenlikler, sorumluluğun dil içinden silinmesi anlamına geliyor. Konuşan kişi sadece niyet bildiriyor; muhataba bilgi değil, izlenim veriyor.

Bütün bu yapılar, bir kibarlık ya da nezaket maskesiyle sunuluyor belki ama aslında çok daha köklü bir çöküşe işaret ediyorlar: düşüncenin kendini doğrudan ifade edememesi. Dil, eylemi yansıtmak yerine eylemden kaçmak için dolaylı yollar üretmeye başlıyor. Söylenen değil, söylenmeden ima edilen; yapılan değil, yapılması planlanan makbul hâle geliyor. Böylece hem düşünce hem eylem bir tür “sürekli oluş hâli”ne çekiliyor. Sanki hiç kimse hiçbir şeyi yapmıyor, ama herkes bir şeyler oluyor gibi yapıyor. İşte bu yüzden “veriyor olmak” ifadesi, sadece gramerle değil, aynı zamanda sahicilikle çatışıyor. Dil, yavaş yavaş düşünceyi taşımayı bırakıp sadece izlenim yaratmaya başlıyor.

Burada mesele ne sadece yanlış çeviri ne de kurumsal dangalaklık. Mesele, düşüncenin to be fiiline bağlanmış olması. G. S. Miller, The Mind’s I is Illiterate başlıklı makalesinde, bu fiilin –ve soyut isimlerin– felsefenin içine nasıl sessizce çöp taşıdığını anlatırken şöyle diyor:

“The most basic verb of all, to be, or to exist, is a particularly fruitful source of linguistic error. Matter exists. That which is not matter cannot meaningfully be said to exist in the same sense as matter exists.”

“Tüm fiillerin en temeli olan ‘to be’ —yani ‘olmak’ ya da ‘var olmak’— dilsel hataların özellikle verimli bir kaynağıdır. Madde vardır. Madde olmayan bir şeyin, maddenin varlığıyla aynı anlamda ‘vardır’ denilerek ifade edilmesi, anlamlı olamaz.”

Aynı şeyi Türkçeye uygulasak: “Fiiller eylemdir. Ama ‘olmak’ fiili, eylemden çok niyet taşır.” Ve biz bugün, eylemi gizleyip niyeti parlatan bir dil kuruyoruz. İngilizcedeki be fiilinin gölgesinde, Türkçeyi bir LinkedIn postuna dönüştürüyoruz. Kurumsal nezaketle maskelenmiş bir dil oyunu içinde, düşünce artık kendisini doğrudan söyleyemiyor. Hep bir şeyin “içinde”, “sürecinde”, “olmakta olanında” kalıyor. Sanki fiil değil, onun “oluşu” daha gerçekmiş gibi.

Türkçede fiiller, doğrudan eylem bildirir. Yürüdüm, söyledim, bekliyorum, düşündün gibi. Yüklemle birlikte özne ortaya çıkar, zaman belirlenir, sorumluluk üstlenilir. Ama “olmak” fiili bu sistemde ayrıksı durur. Çünkü çoğu zaman bir eylemin gerçekleşmesini değil, onun potansiyelini, niyetini ya da sadece görünümünü taşır. Mutlu olmak, hazır olmak, var olmak gibi kullanımlar, özneyi aktif eylemden çekip daha soyut bir varlık alanına yerleştirir. Bu kötü bir şey değildir başlı başına, ama asıl mesele, “olmak” fiilinin Türkçede neredeyse her fiilin ardına yapay bir anlam zarfı gibi yapışmaya başlamasıdır. Yapıyor olmak, katılıyor olmak, unutmuyor olmak, bitirmiş olmak… Bunlar fiil değildir artık; fiil fikrinin dolaylı bir simülasyonudur.

Bu yapılar, genellikle İngilizce düşünme refleksiyle ortaya çıkar. To be doing, to be giving, to be being… gibi kalıplar, İngilizcede hem gramer hem de anlam açısından yerli yerindedir. Ama bu kalıpları Türkçeye doğrudan taşımaya çalıştığımızda, asıl mesele baş gösterir: Türkçenin sade, doğrudan ve sorumluluk taşıyan eylem yapısı, İngilizcenin edilgen ve niyet odaklı kalıplarıyla çarpışır. Bu çarpışma sonucunda, eylemin kendisi değil, o eylemle ilişkili imaj ön plana çıkar. Kişi yazmaktan çok, yazıyor olmakta; konuşmaktan çok, konuşuyor olmakta; düşünmekten çok, düşünüyor görünmekte olur. Fiil, anlamın değil, izlenimin taşıyıcısı haline gelir.

Bu dönüşüm, yalnızca dilsel bir kayma değil, aynı zamanda düşünsel bir bozulmadır. Kurumsal dilde sıklıkla karşılaşılan bu yapı, yalın ifadeleri “kaba”, doğrudan söyleyişleri ise “riskli” addeder. Bu nedenle her şey, “süreç”, “aşama” veya “yaklaşım” gibi belirsizleştirici sözcüklerle örtülür. “Söylemek” yerine “ifadeye dökmek”, “reddetmek” yerine “uygun bulunmamak”, “çıkmak” yerine “çıkış yapmak” gibi dolaylı terimler benimsenir. Her eylem, bir niyet zarfıyla yumuşatılır; her cümle, nezaket adına bulanıklaştırılır. Özne, eylemini sahiplenmekten kaçınır; dil, fiilin değil, görüntünün hizmetine girer. Artık net bir düşünce yoktur, yalnızca bitmeyen bir “oluş hâli” vardır. Yani eylem değil, eylemin görünürlük stratejisi öne çıkar.

  1. Kurumsal Türkçecilik: Eylem Değil Protokol Konuşuyor

Bir zamanlar şöyle yazılırdı: “Çıkmadan önce ödemeyi unutmayınız.”
Bugün aynı cümle şöyle görünüyor: “Çıkış yapmadan önce ödemenizi yapmayı unutmayınız.”

İlk bakışta daha “resmî”, daha “düzgün” duran bu ikinci versiyon, aslında dili kıvırmanın, eylemi protokole dönüştürmenin kusursuz bir örneğidir. Çıkmak, bir eylemdir; çıkış yapmak ise bu eylemin kurumsal bir temsili. “Ödemeyi unutmayın” çağrısı doğrudan, net, muhatabını bilen bir sesleniştir. Oysa “ödemenizi yapmayı unutmayınız” yapısı, eylemi hem çoğullaştırır hem de dolaylılaştırır. Çünkü çağrı değil, bilgilendirme havası vermek istenmektedir. Emir değil, öneri gibi davranan bir dikte biçimidir bu.

Bu tür cümlelerde fiil edilginleşir, yüklem soğur, özne ise silikleşir. Asıl hedef, okuyucunun bir şey yapması değil; kendini “doğru şekilde muhatap alınmış” hissetmesidir. Eylem, yerini işleve; iletişim, yerini bildirim görünümüne bırakır. Bunu yaparken dilin asli gücü—doğrudanlık ve sorumluluk—zayıflatılır. Kurumsal Türkçecilik dediğimiz şey tam da budur: Düşünceyi değil, temsil ettiği yapıyı ön plana çıkaran; özneyi değil, sistemin diliyle konuşmayı önemseyen bir dil formu.

Fiilin Yerini İsim Tamlaması Alır: Eylem Dilinden İşlem Diline

Türkçede fiil, yükü taşıyan organdır. Cümlenin eylem merkezidir; özneyi çağırır, zamanı belirler, sorumluluğu sabitler. Ama kurumsal Türkçecilikte bu fiil, giderek yerini bir tür isim tamlaması+yardımcı fiil yapısına bırakıyor. Artık bir şeyi sunmak değil, sunum yapmak tercih ediliyor. Çünkü sunmak eylemi çok çıplak, çok sahici geliyor. Oysa sunum yapmak, o eylemi kategorize ediyor, iş tanımı hâline getiriyor, sorumluluğu dağıtıyor. Kim yaptı, nasıl yaptı, ne zaman yaptı—hepsi belirsizleşiyor.

Aynı şekilde, çıkmak fiili artık neredeyse yeterince ciddi kabul edilmiyor. Onun yerine çıkış yapmak öneriliyor. Çünkü çıkmak bireysel bir eylem; ama çıkış yapmak prosedürün bir parçası. Orada özne önemli değil, sistemin işleyişi önemli. Tıpkı başvurmak yerine başvuru gerçekleştirmek, incelemek yerine inceleme yapmak, onaylamak yerine onay süreci tamamlamak gibi. Her şey bir süreç, bir gerçekleştirme, bir operasyon oluyor. Eylem değil, eyleme benzeyen işlemler geçiyor dilin içinden.

Bu değişim basit bir dil tercihi değil; düşünme biçiminde bir kaymayı gösteriyor. Dili bu şekilde kullanan kişi, çoğu zaman farkında bile olmadan eylemi doğrudan yapmaktan çekiniyor, onu kurumsal bir kisveyle sarıp dolaylılaştırmak istiyor. Çünkü doğrudan fiil, doğrudan sorumluluk demek. “Sunum yaptım” demek, “sundum” demekten daha az kişisel geliyor. “Başvuru gerçekleştirdim” deyince, sanki eylemi sen değil de başka bir mekanizma yapmış gibi oluyor. Bu da modern öznenin kendini yormadan, yıpratmadan ama bir şeyler oluyormuş gibi göstererek konuşmasına olanak sağlıyor.

Dil giderek şuna dönüşüyor: “Ben bir şey yaptım” değil, “bir şeyin yapılmasına iştirak ettim.” Bu yapı, dili teknikleştirerek onu doğrudanlıktan uzaklaştırıyor; aynı zamanda eylemin ahlâkî ya da insani yönünü de bastırıyor. Ne yaptığını değil, hangi süreç içinde yer aldığını anlatıyorsun. Dili, yaşadığın deneyimi ifade etmek için değil, sistemin içinde nerede durduğunu belirtmek için kullanıyorsun. Çünkü artık eylem değil, pozisyon önemli.

Edilgenlik ve Törensellik: “İletişime Geçilecek Olunuyor” Dili

Dilimizde edilgen yapıların elbette yeri vardır. “Kitap okundu”, “kapı kapandı” gibi yapılar, öznenin geri planda kalmasını sağlar. Ancak kurumsal Türkçecilik, edilgenliği bir anlam aracı olarak değil, bir kaçış mekânı olarak kullanır. Özneyi saklamakla kalmaz, fiili de törensel bir sis bulutuna sarar. “Danışmanımız sizinle iletişime geçiyor olacak”, “Sizinle tekrar iletişim kurulması planlanmaktadır”, “Bu bilgilendirmenin tarafınıza ulaşması amaçlanmaktadır” gibi ifadeler, eylemi gerçekleştirenin kim olduğunu belirsizleştirirken, aynı zamanda hiçbir şeyi de tam olarak söylemez.

Bu tür cümlelerde en çok dikkat çeken şey, eylemin zamanının ve öznesinin sürekli ötelenmesidir. Kim geçecek iletişime? Ne zaman? Gerçekten geçecek mi, yoksa sadece geçilecek olunuyor mu? Bu yapılar, dilin bilgi verme işlevini bulanıklaştırır; çünkü amaç iletişimi sağlamak değil, iletişimin sorumluluğunu görünmez kılmaktır. Dil, haber değil, izlenim üretmeye başlar. Kurumlar bu dili “kibar” bulur çünkü muhatabına doğrudan bir şey söylemez; onu bir ihtimal deryasında, edilgen bir nezaketle yüzüstü bırakır.

Böylece, sade cümlelerin barındırdığı o doğrudanlık ve sorumluluk duygusu törensel bir havayla boğulur. “Sizi arayacağız” demek yerine “En kısa sürede tarafınıza dönüş sağlanacaktır” denir. “Reddediyoruz” yerine “Talebiniz uygun bulunmamıştır”. Dil, hem özneyi hem eylemi dışlayarak cümleyi bir tür dijital kurdeleye dönüştürür. Bu, bilgi değil; dekoratif bir bildirimdir. Tıpkı süslü ama işe yaramaz bir ambalaj gibi, asıl içeriği örter. Ve en önemlisi, bu dil kullanıcıya sorumluluk hissettirmez. Eylemin sorumlusu, cümlenin içinde yoktur artık.

Bu tür kullanım biçimleri sadece anlamı değil, zaman algısını da çarpıtır. “İletişime geçilecek olunuyor” gibi ifadeler, hem edilgen, hem gelecek zaman, hem de olasılık barındırır. Bu üçlü; eylemin ne olduğunu, ne zaman olacağını ve kimin yapacağını sistematik biçimde gizler. Ortaya çıkan şey bir fiil değil, bir olasılıklar tiyatrosudur. Herkes sahnede, ama kimse konuşmuyor. Dil konuşuyormuş gibi yapıyor, düşünce ise kuliste tutuluyor.

Sorumluluktan Kaçan Dil: Kibar Olmak mı, Görünmez Kalmak mı?

İfade ettiğimiz şeylerdeki dolaylılık, çoğu zaman kibar olmakla karıştırılır. Ama dilin bu “nezaketli” formu, çoğunlukla çatışmadan, yüzleşmeden, hatta doğrudan sorumluluktan kaçmanın bir biçimidir. Kurumsal Türkçeciliğin, edilgen ve törensel yapılarla dolup taşmasının ardında tam da bu yatıyor: net söylemenin, net düşünmeyi gerektirmesi… Ve net düşünmenin de sorumlulukla el ele yürümesi. Çünkü “yapıyoruz” dediğinde kim yaptığını söylersin, “reddediyoruz” dediğinde kararın arkasında durursun. Ama “tarafınıza dönüş sağlanacaktır” dediğinde hem özneyi gizlersin hem sonucu muğlak bırakırsın.

Bu tür yapıların yaygınlaşması, sadece dilde değil, toplumsal ilişkilerde de bir muğlaklık üretir. Artık hiç kimse kimseye doğrudan hayır demiyor; herkes bir şeyleri uygun bulmuyor, değerlendirip dönüş yapıyor, gündemine alıyor veya ilgili birime iletiyor. Bu, toplumsal bağlamda bir güven erozyonudur. Net sözcükler, net duygular üretir. Dolaylı ifadeler ise muhatabına daima kuşku bırakır. Öznenin kendine ait bir tutum geliştirmediği, yalnızca temsil ettiği yapının cümlelerini tekrar ettiği bir ilişki biçimidir bu. Sorumluluğun taşınmadığı, yalnızca ötelenip paketlendiği bir ilişki.

Burada asıl mesele yalnızca kurumsal yazışmalar ya da resmi bildirimler değil. Günlük hayatta da aynı dil mantığına sızıyoruz artık. “Sana döneceğim” yerine “Dönüş sağlayacağım”, “Gelemeyeceğim” yerine “Katılım sağlayamayacağım”, “Beğenmedim” yerine “Beklentilerimi tam olarak karşılamadı”. Çünkü doğrudanlık, duygusal olarak fazla açıklık ve savunmasızlık gerektiriyor. Belki de bu yüzden, özellikle yeni kuşakta, doğrudan söylemektense ima etmek, net olmaktansa nötr kalmak daha yaygın. Çünkü sorumluluk, sadece eylemde değil, dilde de taşınır. Dilin yükünden kaçan, düşüncenin yükünü de üstlenmek istemiyor.

Bu durum, bireyin kendi diliyle olan bağını zayıflatıyor. İnsan, doğrudan konuşamadığı bir dilde doğrudan düşünemez. Cümle kurarken kendini sürekli geri çeken bir özne, hayatın içinde de geri çekilmeye başlar. Dil, sadece düşüncenin değil, iradenin de alanıdır. Kendisini edilgen dil yapılarıyla ifade etmeye alışan biri, zamanla kararlarını da aynı edilgenlik içinde eritir. “Yapmak” yerine “katılmak”, “reddetmek” yerine “olumsuz dönüş yapmak” fiili değil tutumu gizler. Bu da sadece konuşma biçimini değil, insanın hayattaki duruşunu da biçimlendirir.

III. “Yapıyor Olmak” Zihniyeti: Sürecin Estetiği, Eylemin Silinmesi

Fiilin Gerçekliğinden Emin Olamama

“Şu sıralar güzel haberleri peş peşe veriyor olmaktan mutluyum.”
Bu cümlede kulağı rahatsız eden şey, yalnızca fazla uzamış bir yapı değil. Asıl mesele, fiilin içeriğiyle kişinin konumu arasındaki belirsizlik. Veriyorum demek, bir iddiadır. Fiili yüklenmek, onu gerçekleştirdiğini söylemek, sorumluluk almak demektir. Ama veriyor olmaktan mutluyum dediğinizde, bu netlik bozulur. Sanki hem bir şey yapıyorsunuzdur, hem de henüz tam yapmamışsınızdır. Yani eylemin kendisi kadar, o eylemin “hâlâ sürüyor” oluşu da anlam üretmeye başlar. Bu da bizi fiilin eylem değil, niyet taşır hâle geldiği o kırılma noktasına getirir.

Bu tür cümlelerde, kişinin esas anlatmak istediği çoğu zaman fiilin sonucu değil, o fiille olan ilişkisi olur. Yani fiili icra etmiş olmanın ağırlığını değil, o eyleme dâhil oluşun verdiği hissi anlatır. Veriyorum demekle veriyor olmak arasında bu kadar fark yaratılmasının nedeni budur. Çünkü ikincisi, hem daha güvenli hem daha kibar hem de daha muğlaktır. Tıpkı, bir konser vermekten değil, konser sürecinde olmaktan, bir yazıyı tamamlamaktan değil, yazıyor olmaktan söz etmek gibi. Kişi çoğu zaman kendini henüz orada hissetmediği için, doğrudan konuşmaz; sürece sığınarak anlatır.

Süreç İçi Bir Mutluluğun Vitrini

Bu dilsel yapıların arkasında, tamamlanmış bir eylemin değil; tamamlanmamış bir niyetin parlatılması vardır. Eylem, gerçekleştiği anda kapanır; ama “oluyor olmak”, o eylemi sonsuz bir şimdiki zamana yayarak onun üzerinde poz vermeye imkân tanır. Veriyorum derseniz, söyler geçersiniz. Ama veriyor olmaktan mutluyum derseniz, hem bir şey yaptığınızı ima edersiniz hem de o eylemle ilgili bir hissiyat inşa edersiniz. Buradaki kırılma, düşünceyi eylemden alıp sürece doğru sürükler. Çünkü süreç, tamamlanmadığı için hem estetikleştirilebilir hem de sorumluluktan arındırılabilir.

Bu anlatım tarzı, günümüzün poz ve temsil odaklı iletişim biçimiyle birebir örtüşür. Eylem değil, süreç önemli hâle gelir. Süreç anlatısı, hem zamana yayılmıştır hem de anlatanın kimliğini biçimlendirir. “Veriyor olmak” hâli, sadece fiilin değil, kişinin gündeminin de vitrini olur. Böylece yazmaktan çok yazıyor olmak, öğrenmekten çok öğreniyor olmak, yardım etmekten çok yardım ediyor olmak ön plandadır. Bu da iletişimi bir tür duygusal PR alanına dönüştürür. Fiil, içerik üretmez; hissiyatın temsilini taşır.

Sosyal medya dili bu zihniyetin laboratuvarı gibidir. Herkes bir şeyler yapıyor olmakta, bir şeylerin içinde olmakta, sürekli sürecin parçası olmaktan memnuniyet duyduğunu belirtmekte. Ancak fiiller, gerçek hayatla bağını kopardıkça sadece parodiye dönüşür. Kişi “mutluyum” demez artık; “mutlu hissediyor olmaktan keyif alıyorum” der. Çünkü hissetmek yeterli değildir; o hissin farkında olmak, sürecini analiz etmek ve bunu paylaşılabilir hale getirmek gerekir. Bu, duygunun kendisinin değil; duygunun algılanış biçiminin ifade edildiği bir anlatımdır. Yani kişi gerçekten mutlu olduğu için değil, mutlu oluyor olduğu için mutludur. Böylece sahicilik yerini sahicilik temsiline bırakır. Artık mesele yaşamak değil, yaşar gibi görünmek olur.

İngilizce Yapıların Makyaj Aynası

Buradaki mesele yalnızca kelime çevirisi değil; zihin çevirisidir. “I’m happy to be sharing good news lately” gibi bir yapı, İngilizce’de hem doğaldır hem gramatikal olarak sistemin içinde işler. Çünkü İngilizce, süreçsel yapıları öne çıkaran ve “eylemin oluş hâli”ni dile getirmeyi seven bir dildir. Ama bu yapı Türkçeye taşındığında, Türkçenin doğrudan eylem temelli yapısıyla çatışır. Türkçe, eylemin olup olmadığını sorar. Verdi mi, vermedi mi? İngilizce ise veriyor gibi mi, veriyor mu, verme sürecinde mi? sorularına daha yatkındır. Bu fark, doğrudan bir çeviri sorunu değil, bir düşünce biçimi sorunudur.

Bu nedenle, veriyor olmak, Türkçede kulağa hem yabancı hem de dolambaçlı gelir. Ama bu yapı sosyal medyada, beyaz yaka yazışmalarında, kamuoyuna dönük içeriklerde sıkça tercih edilir. Çünkü kulağa “kibar” ve “düşünceli” gelir. Oysa bu kibarlığın ardında, hem eylemden hem de düşüncenin çıplaklığından kaçma vardır. İngilizce yapıların makyaj aynasında Türkçeyi seyrettiğimiz bu hâlde, artık sahicilik değil temsil geçerlidir. İnsan ne yaptığını değil, ne yaptığını nasıl gösterdiğini önemser. Ve bu noktada, düşüncenin yerini algı yönetimi alır.

Dilde bu kadar çok “oluyor olmak” varsa, biri gerçekten bir şey yaptığında artık onu fark edemez hâle geliyoruz. Eylemle niyetin, düşünceyle izlenimin birbirine karıştığı bu bulanık zeminde asıl soru şu: Madem herkes bir şeylerin içinde, sürecinde, olmakta olanında, o hâlde düşünce nerede duruyor? Ya da daha sert soralım: Düşünce hâlâ bir yere varmak istiyor mu, yoksa o da sadece yolda oluyor mu?

Son: Dilin Terbiyesinden Terbiyesizliğine

Dil, bazen o kadar “terbiye” edilir ki terbiyesizleşir. Bu terbiye, kibarlık kisvesi altında saklanan bir kaçıştır: Özneyi silmek, eylemi törenselliğe hapsetmek, sorumluluğu “süreç” denen labirentte kaybetmek… Aslında bu, dilin değil, bizim korkumuzun terbiyesidir. Doğrudan konuşmaktan korkuyoruz, çünkü doğrudan yaşamaktan da korkuyoruz.

Anglosakson kompleksi, bu korkunun gramere bürünmüş hâlidir. “To be”nin gölgesinde, Türkçeyi bir LinkedIn jargonuna sıkıştırdık. Fiillerimizi İngilizce fiil çekimleriyle çarpıştırıp, “yapıyor olmak” diye bir hibrit canavar yarattık. Bu canavar ne eylemi besler ne düşünceyi; sadece niyetlerin vitrini parlatır. Dil, bir “oluş hâli” tarlasına dönüştü. Herkes tarlada çapa sallıyor ama kimse hasat yapamıyor.

Peki bu terbiyeli dil tuzağından nasıl çıkılır? Terbiyesizleşerek.
Ama dikkat: Buradaki terbiyesizlik, kabalık değil; dilin suni kibarlığına isyandır. Fiili çıplak bırakmak, özneyi cümleye çağırmak, zamanı dürüstçe ifşa etmek. “Vereceğim” demek, “veriyor olacağım”dan daha cesur değil mi? “Reddettim” demek, “uygun bulunmadı”dan daha gerçek değil mi?

Türkçe, bu cesareti taşır. Çünkü Türkçe eylem dilidir. At sırtında doğmuş, kılıçla keskinleşmiş, toprakla yoğrulmuş bir dil. Ona “katılım sağlamak” gibi plastik fiilleri dayatmak, bir çınar ağacını bonsaiye dönüştürmeye çalışmaktır. Dilimiz, fiilleriyle var olur: “Yürüdüm” der, “sustum” der, “başardım” der. Bu fiillerin arkasında bir insan durur.

Öyleyse çözüm basit: Düşünceyi boğan dili, düşünceyi boğazlayarak özgürleştirmek.
Yani:

  • “Çıkış yapmak” yerine kapıyı çarpıp gitmek.
  • “İletişime geçilecek olunuyor” yerine “seni arayacağım” demek.
  • “Süreç içinde mutlu hissediyorum” yerine “mutluyum” diye haykırmak.

Belki de dilimizi “terbiye etmek” yerine, onunla terbiyesizce dans etmeliyiz. Çünkü gerçek iletişim, cilalı cümlelerde değil; çatışan seslerde, kırılan fiillerde, itiraf edilen hatalarda saklıdır. Dil düşüncenin aracıysa, onu bir hançere dönüştürelim: Keskin, net ve yalandan arınmış.

Son söz:
Dil, kaçmak için değil; yüzleşmek için var.
Terbiyesizliğiniz, gerçeğiniz kadar büyük olsun.

Yarım Kalan Projelerin Unutulmaz Organizatörü

Farklı İşler!

Profil 1

Nuri Bay

Profil 2

Nuri Sel*

Profil 3

Ferit Nakıs

Profil 4

Ömer Lütfi Ünbil

Profil 5

Nuri Bay v4.0

Kategoriler

Son yorumlar

Üst veri

Etiketler

Etiketler:

#türkçe #ingilizce #dil

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.