Toplumsal hafıza, yaşanan olayları olduğu gibi saklayan bir kayıt cihazı değildir; aksine, hatırlanan her olay, anlatının iç dinamikleri doğrultusunda yeniden şekillenir. 28 Şubat süreci gibi tarihsel dönüm noktaları, farklı anlatılar üzerinden varlık bulur ve her anlatı, kendine has bir çerçeveyle geçmişi bugüne taşır. Ancak her anlatı, doğası gereği kendi karşıtını üretir. Tez, antitezini çağırır; bir tarafın yaşanmış deneyimi, diğer tarafın şüphesine veya reddine maruz kalır.
Bu durum, yalnızca 28 Şubat özelinde değil, tüm büyük tarihsel olaylarda gözlemlenebilir. Yaşanan bir olay, anlatılırken belirli vurgular, eksiltmeler ve abartılar içerir. Anlatının bu yönleri, zaman içinde karşı anlatıyı doğurur. Bir tarafın “bu yaşandı” iddiası, diğer tarafın “hayır, bu kadar değildi” ya da “tam tersiydi” çıkışına yol açar. Hikayenin içinde abartı unsurları arttıkça, bu abartılar üzerinden tüm hikayeyi reddeden bir grup şekillenir.
Anlatıların Dinamikleri: Gerçeklik mi, Algı mı?
Her anlatı, yalnızca olayları yansıtmaz; aynı zamanda, onu anlatan bireylerin ve grupların kolektif hafızasını, duygusal tepkilerini ve siyasi pozisyonlarını da içerir. Örneğin, 28 Şubat sürecinde mağdur olduğunu ifade eden bir bireyin anlatısı, yaşadığı deneyime dayanır ve onun gerçekliğini yansıtır. Ancak bu anlatıya mesafeli duran biri, anlatılanı “siyasi çıkar, abartı veya nostaljik bir mağduriyet” olarak değerlendirebilir.
Burada kilit soru şudur: “İnsan yaşadığını bilmez mi?” Evet, bilir. Ancak yaşadığını anlatırken, bunun nasıl bir çerçevede sunulduğu, hangi vurguların yapıldığı ve hangi unsurların öne çıkarıldığı önemlidir. Anlatının içinde dramatizasyon veya vurgusal değişimler, kaçınılmaz olarak karşı anlatıyı besler.
Tarih, Tefrikaya Dönüştüğünde
Tarihsel olayların anlatılma biçimi, genellikle bir “hikaye” formuna bürünür. Ancak hikayeleştirme süreci, olayın kendisinden ziyade, onun nasıl hatırlandığını ve anlatıldığını belirler. 28 Şubat’ta belirli kesimlerin maruz kaldığı baskılar, bugün bazıları için hala bir travmanın devamı iken, bazıları için “abartılmış bir anlatının” unsurları olarak görülmektedir.
Anlatının dramatik yönleri arttıkça, karşı tarafın “bunu yaşamadık” veya “bu kadar büyük değildi” tepkisi de sertleşir. Nihayetinde, tarih anlatıları bir noktadan sonra tarafların hakikat iddialarına dönüşerek bir tür tefrika halini alır. Bir taraf “o dönemde şu şu yaşandı” derken, diğer taraf “hayır, bunlar ya hiç olmadı ya da çok farklı yaşandı” şeklinde konumlanır.
Ayrıca, zaman içinde 28 Şubat’ın bir tür maske haline getirildiğini görmek mümkündür. Bu süreç, yalnızca doğrudan 28 Şubat’la ilgili meselelerde değil, olur olmaz her konuda geçmişin bu döneminin bir perde gibi toplumun önüne çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu durum, zamanla bir antipati yaratmış, sürecin ciddiyetine duyulan ilgiyi azaltmış ve tarihsel anlatının bir noktada abartı hissi uyandırmasına neden olmuştur. Olayın gerçekliğinden bağımsız olarak, her tarihsel referansın gündelik tartışmalara malzeme edilmesi, insanların bu anlatıya karşı tepkisel bir mesafe almasına yol açmıştır.
Hikayeler, Antitezleriyle Birlikte Var Olur
28 Şubat ve benzeri tarihsel olaylar, yalnızca bir dönemin olaylarını değil, o olayların nasıl hatırlandığını da gösterir. Tez kendi antitezini üretir; bir grubun anlattığı hikayeye karşı çıkanlar, anlatının en uç noktalarına odaklanarak tümünü reddetme eğilimindedir. Bu sadece 28 Şubat’a özgü değildir; her büyük toplumsal olay için geçerlidir.
Bu nedenle, geçmişi anlamaya çalışırken, anlatıların doğasını sorgulamak gereklidir. Her anlatı bir çerçeve sunar, her çerçeve ise eksiltmeler ve vurgular barındırır. Geçmişi salt yaşanmış gerçeklikler üzerinden değil, onun nasıl anlatıldığı ve nasıl şekillendiği üzerinden ele almak, bugünkü tartışmalara daha sağlıklı bir perspektif sunabilir. Nihayetinde, tarih tek başına yaşanmış bir gerçeklik değil, aynı zamanda anlatılar aracılığıyla inşa edilen bir hafızadır.
Etiketler:
#Anlatı #Hafıza #Algı #Antitez #28Şubat #Toplumsal Hafıza
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!