Kaygının Susturulamazlığı Üzerine
Kaygı, çoğu zaman kurtulmamız gereken bir his olarak tanımlanır. Bastırılmalı, yönetilmeli, yatıştırılmalıdır. Modern dilin bu baskıcı tonuna aşinayız: kaygı bir arızadır, dolayısıyla giderilmelidir. Oysa önceki yazıda da vurgulamaya çalıştığım gibi, insan kaygıyı yalnızca taşımaz — kaygı insanın yapısal bir parçasıdır. Bu yazı, o düşüncenin daha derin, daha içe dönük katmanlarına inmeye çalışacak: Kaygıdan kurtulamayız çünkü kaygı biziz.
Kaygı bir duygudan fazlasıdır. Hatta belki hiç de “duygu” değildir. Diğer hisler gibi sahnede rol yapmaz; o, perdenin arkasındaki gölge gibidir. Görünmez ama belirleyicidir. Neşe, öfke, hüzün gibi duyguların taklit edilebilir doğasına karşılık, kaygı kendini inkâr ettirmez. Geldi mi, bedene yerleşir: kalp atışında, mide kıvrımında, göz kapaklarında, gecenin bir yerinde uyanıp kalışta. Ve çoğu zaman adını koyamayız. Çünkü kaygı, çoğu zaman konuşulamaz; sadece hissedilir.
Kaygıyı açıklamak, onunla konuşmak değildir. Zihin, onu bastırmak için türlü yollar üretir: kontrol takıntıları, hızla değişen düşünceler, aşırı planlama ya da hiç düşünmemeye çalışmak… Ama o hep bir boşlukta yankı bulur. Kaygı neyin işaretidir? Hangi arzunun cevapsızlığı, hangi ilişkisel eksiklik, hangi kimlik çatlağı onu harekete geçirir? Bu yazının amacı, kaygıyı kovmak değil, onun sesini duymak. Ne zaman konuşmaya başladığını ve bizim onu ne zaman susturmaya çalıştığımızı anlamaya çalışmak.
Özne Olmak, Kaygıyı Taşımaktır
İnsan, sadece düşünen değil, aynı zamanda bölünen, eksik, tam olamayan bir varlıktır. Düşünce çoğu zaman kendini kurtarıcı sanır ama yarım kalır; deliklidir, tutarsızdır, savunmaya meyillidir. “Düşünüyorum, öyleyse varım” cümlesi, zihnin başlattığı bir törenin davetiyesidir sadece. Ama varlığın asıl yankısı orada değil, düşüncenin sustuğu yerde duyulur. Kaygı işte o sessizliği delen sestir. Ne tam tarif edilebilir, ne yok sayılabilir. Kendini illa ki hissettirir.
Kaygı, eksikliğin yankısıdır. Bir tamamlanamama hâlinin bedende yaptığı çarpıntı, titreme, kısılma, çekilme… Kaygı, düşünceden önce gelir. Henüz söze gelmemiş, sembolize edilmemiş bir enerji. Bu yüzden çocuklukta bile vardır. Hatta belki ilk orada belirir: annenin yokluğunda, sesin kesildiği yerde, memenin geri gelmediği bir anda… İnsan, önce kaygıyı hisseder, sonra konuşmayı öğrenir.
Gündelik yaşamda dahi hissederiz bunu. Örneğin, bir sunum öncesi boğazımıza oturan düğüm, yalnızca o andaki başarısızlık korkusu değildir. Aynı zamanda “ben kimim?”, “görülüyor muyum?”, “değerim var mı?” gibi daha derin soruların bedensel yankısıdır. Kaygı, kendilik duygusunun etrafına örülmüş kırılgan katmanlarda gezinir.
Bu yüzden kaygı, öznenin dışında gelişen bir etki değil, çoğu zaman öznenin kendi içinden yükselen bir sestir. Kim olduğunu sormaya başladığın an başlar, ne olacağını bilemediğin her durumla yoğunlaşır. Zihin, bu boşluğu örtmek için hikâyeler kurar, planlar yapar, yeni roller biçer. Ama ne yaparsa yapsın, merkezin boşluğu değişmez. Ve bu boşluk, öznenin kendisidir. Kaygı işte bu merkezin sesi gibi gelir: “Buradayım, hâlâ tamamlanmadın.”
Özne olmak, bu boşlukla yaşamayı öğrenmek demektir. Kaygıdan kaçmak değil; onu taşıyabilmek, ona rağmen karar verebilmek, kendini ona rağmen inşa etmektir. Bizi tamamlayan şey, kaygısızlık değil; kaygıya rağmen sürdürülen düşünce, üretim ve ilişkidir. Kaygıdan uzak bir özne, belki huzurludur ama yok gibidir.
Kaygı, öznenin içine düşüp durduğu bir çukur değil, varlığının harcında karılan sessiz bir merkezdir. Onu bastırmak yerine taşıyabildiğimizde, yalnızca kendi içimizle değil, ötekiyle kurduğumuz ilişkiyle de yüzleşmeye başlarız. Çünkü kaygı, sadece içimizden gelen bir çığlık değil, bizi ötekine doğru iten bir çağrıdır.
Fobi ve Aşk: Kaygının Maskeleri
Kaygı her zaman kendini açıkça göstermez. Çoğu zaman başka bir kılığa bürünür; daha tanıdık, daha kabullenilebilir bir yüz takar. Kimi zaman bir korku nesnesiyle sınırlandırılır; kimi zaman bir kişiye yöneltilmiş tutkulu bir bağlılıkla örtülür. Böylece “kaygı” yerini “fobi”ye ya da “aşk”a bırakır. Ama gerçekte, sahne değişmiş olsa da perdenin ardında hâlâ aynı oyuncu vardır.
Fobi, kaygının nesneleştirilmiş halidir. Belirsiz olan somutlaştırılır; şekilsiz olan bir yüz kazanır. Böylece baş edilmesi daha kolay hale gelir. Özne, artık tüm endişesini tek bir nesneye yöneltebilir: bir böceğe, bir cezaya, bir topluluğa. Bu yoğunlaşma, kaygıyı idare edilebilir hale getirir. Ama bu, onun çözümü değil; sadece başka bir formudur.
Gregor Samsa’nın sabah uyandığında bir böceğe dönüşmesi tam da bu dönüşümün radikal bir anlatımıdır. Onun kaygısı, çalışmak zorunda oluşuna, ailesinin beklentilerine ve kendi insanlığına dair yitip giden tanımına yönelmiştir. Artık sadece korkmuyor; varlığının bir “yaratık” haline gelmesinden dehşet duyuyordur. Duvara yapışmış bir kürk resmine tutunurken bile, insanlığının son izini yitirmemeye çalışır. Kaygısı artık biçim kazanmıştır: bedenine sinmiştir.
Benzer bir korku Rodion Raskolnikov’da da görünür. Onun kaygısı, işlediği cinayetten çok, yakalanma ihtimalinin taşıdığı tehdittedir. Raskolnikov’un zihni cezanın kendisinden çok, olasılığın ağırlığı altında ezilir. Kaygısı, bir gölge gibi peşinden gelir ve zamanla paranoya halini alır. Burada da kaygı, fobiye dönüşerek dışa aktarılmış, bir “takip edilme korkusu” halini almıştır.
Ama kaygı yalnızca korkuya değil, tutkuyla karışık bağlanmaya da dönüşebilir. Bu sefer de bir kişiye ya da hayale yönelerek “aşk” maskesi takar. Aşk, çoğu zaman kaygının en şiirsel kılığıdır. Umutla korkunun, arzuyla eksikliğin birbirine karıştığı bir alan… Beyaz Geceler’in yalnız anlatıcısı, Petersburg’un puslu sokaklarında bir kadına duyduğu sevdayla kendini hayata bağlamaya çalışır. Ama bu bağ, yalnızlığının bir uzantısıdır aslında. Nastenka’ya olan aşkı, içindeki boşluğun sesini bastırmak için kurulmuş bir sahnedir.
Aşkın en yoğun yaşandığı yerler, kaygının da en fazla konuştuğu yerlerdir. “Bana ne olacak?” sorusu, “Bana ne hissediyor?” sorusuna dönüşür. “Ben kimim?” kaygısı, “Onun için neyim?” belirsizliğine evrilir. Aşk, ötekinin arzusuna tutunmak; fobi ise onun tehditkâr yönünden kaçmaktır. Ama her ikisinde de özne, kendi eksikliğiyle yüzleşmektedir. Kaygı, bu eksikliğin hem suskunluğudur hem yankısı.
Fobi ve aşk, görünüşte zıt kutuplardır. Biri kaçınma, diğeri yönelme. Ama her ikisi de kaygının dönüşmüş halleridir. Biri tehditten, diğeri terk edilmekten korkar. Biri saklanır, diğeri bağlanır. Ama her ikisi de bir boşluğu örtmeye çalışır.
Kaygı ve Ötekinin Arzusu
Kaygının en belirgin olduğu anlar, ötekinin gözünün üzerimizde olduğunu hissettiğimiz anlardır. Biri bizi izliyordur, ama ne beklediğini bilmiyoruzdur. Biri bizi istiyordur, ama ne şekilde arzuladığını çözemeyiz. Kaygı, çoğu zaman arzunun değil, anlaşılamayan arzunun içinde doğar. Çünkü kaygı, sadece bir şeyin eksik olması değil; bir şeyin eksik olduğunu bilip neyin eksik olduğunu bilememektir.
“Ben onun için neyim?” sorusu, aşkın diliyle sorulsa da, özünde kaygının sesidir. Ötekinin arzusunu bilmek isteriz; çünkü orada kendimizi tanımayı umarız. Ama bu arzu hiçbir zaman bütünüyle ortaya çıkmaz. Gülümseyen bir yüz, ani bir suskunluk, bir cümledeki vurgu değişimi… Hepsi o arzu hakkında ipucu verir, ama tam anlamamıza yetmez. Kaygı işte bu belirsizlikte doğar: anlamadığımız bir bakışta, açıklanamayan bir his değişiminde, tam yerini kestiremediğimiz bir beklentide.
Bu yüzden kaygı, sadece içsel bir duygulanım değil; aynı zamanda ilişkisel bir sarsıntıdır. Kendi arzularımızı bile, çoğu zaman ötekinin arzusuna göre şekillendiririz. Onun ne isteyebileceğini, ne düşüneceğini, neye razı olup neye çekileceğini öngörmeye çalışırız. Ama bu tahminler hiçbir zaman güvenli değildir. Ne kadar düşünürsek düşünelim, öteki hep biraz bulanık kalır. O bulanıklık ise içimizde titreşen bir endişeye dönüşür.
Özne, arzuya tutunarak kendini kurar ama aynı anda kaygıya da açılır. Çünkü özne olmak, arzunun sabitlenemediği bir düzlemde var olmaktır. Ne istediğimizi tam bilmeyiz; ne istendiğimizi ise asla tam çözemeyiz. Arzunun ekseninde kurulan her ilişki, ister aşk olsun ister sosyal kabul arayışı, kaygının bir eşlikçisi olur. Tıpkı ötekinin gülümsemesine ihtiyaç duyarken aynı anda ondan korkmak gibi. Yaklaşmakla kaçmak arasında salınmak gibi.
Kaygı, ötekinin ne istediğini bilemediğimiz yerde doğar; ama aynı zamanda onun arzusuna mahkûm kaldığımız yerde de büyür. Onun bakışı, bizim üzerimizde hem kurucu hem tehditkâr bir etki bırakır. Gözlemlenmek, arzulanmak, onaylanmak… Tüm bunlar bir yandan varoluşumuzu teyit ederken, diğer yandan kaygımızı diri tutar. Çünkü özne olmak, sürekli bir belirsizlik içinde yön bulmaya çalışmaktır.
Kaygıyı Kışkırtmak: Terapi, Dinleme, Anlam Arayışı
Kaygı, çoğu zaman bastırılır. Zihin onu susturmak, beden onu gizlemek, gündelik hayat onu gözden uzak tutmak ister. Ama kaygı susmaz; sadece şekil değiştirir. Konuşulamayan her şey gibi, o da bir noktada bedenin içine sızar, düşüncelerin arkasına saklanır, rüyaların kıyısında görünür hale gelir. Ve bir sabah, hiç beklemediğimiz bir anda, kendini gösterir: çarpıntı, huzursuzluk, panik, belirsiz bir sıkışma hissi…
Kaygıyı anlamak, onu susturmak değil, onun ne söylediğini duymaya çalışmaktır. Bu yüzden kaygı ile kurulan ilişki, bir mücadele değil bir dinleme eylemi olmalıdır. Terapi, tam da bu noktada devreye girer. Terapist, kaygıyı bastırmaya çalışmaz; onun konuşmasına alan açar. Zira kaygı, bastırıldığında bir gölge gibi büyür, ama adlandırıldığında, biçim kazanır ve taşınabilir hale gelir.
İnsanı iyi eden şey çoğu zaman çözüm değil, anlaşıldığını hissetmektir. Bir başkasının sabırla, yargılamadan, müdahale etmeden dinlemesi… Kaygı, işte o sessizce dinlenilen anlarda kendi biçimini bulur. Sözle değilse, bir sessizlikte; bir göz hareketinde, bir duraksamada… Çünkü kaygı bazen sözün öncesindedir, ama yine de duyulmak ister.
Bu yüzden terapi bir teknik değil, bir ilişki biçimidir. İki insan arasında kurulan dikkatli bir temas… Birinin anlatma çabasıyla, diğerinin dinleme sabrının buluştuğu bir alan. Ve bu alanda kaygı kışkırtılır, ama bastırılmak için değil; anlam bulması için. Sorular sorulur, ama yanıt için değil; sorunun nereye değdiğini görmek için. Söz açılır, ama hüküm vermek için değil; içte bir şeyin nihayet yerinden kıpırdaması için.
Terapi odası, kaygının konuştuğu nadir yerlerden biridir. Ama bu yalnızca klinik anlamda değil, insani anlamda da geçerlidir. Kaygının konuşabileceği her yer — bir dost meclisi, bir içe dönüş anı, bir defterin boş sayfası — potansiyel olarak bir terapötik sahadır. Yeter ki orada, kaygıya yer açılsın. Yeter ki biri dinlemeye hazır olsun.
Çünkü kaygı, bir şeyin yanlış olduğunu değil; bir şeyin hâlâ söylenmediğini haber verir.
Yalnızlık, Boşluk ve Kaygı: Kendi Sesimizi Duyamamak
Yalnızlık, çoğu zaman dışsal bir durum gibi düşünülür: kimsenin olmaması, kimsenin dinlememesi, kimsenin anlamaması. Oysa gerçek yalnızlık, başka seslerin değil, kendi sesimizin yankılanmadığı o boşlukta başlar. Kaygı da işte bu sessizlikten beslenir. Ne ötekinin sesi vardır artık, ne kendi sesimizin bir karşılığı… Kalabalıklar içindeki yalnızlık hissi, tam da bu iç yankı yitiminden doğar.
Kendimize ait olan sesi kaybettiğimizde, düşüncelerimiz dağılır, anlam arayışımız sekteye uğrar. Ne söylediğimizi duyarız, ama ne dediğimizi anlayamayız. Kaygı bu uğultunun içinden yükselir. Belki bir şey eksiktir, belki her şey yerli yerindedir ama biz orada değilizdir. Kaygı, çoğu zaman bu kendimize ulaşamama halidir. Varızdır ama bir yerde kaybolmuş gibiyizdir. Dışarıdan bakıldığında yerli yerindeyizdir ama içeriden biri hâlâ “neredesin?” diye fısıldıyordur.
Kaygı burada bir çağrıya dönüşür. Ama bu çağrının muhatabı başkası değil, kendimizdir. Sesimizi duymak isteriz; ama boğazımızda bir şey düğümlenir. Düşüncelerimizle konuşmaya çalışırız, ama onlar da hızla dağılır. Duygularımızı dinlemeye yöneliriz, ama hepsi birbirine karışmıştır. Kaygı, bu karmaşanın tam ortasında, hem içimizden hem dışımızdan gelen o ince sızı gibi durur. Her şey yolundaymış gibi görünür, ama değildir. Çünkü biz kendi iç sesimizi artık işitemiyoruzdur.
İçsel yalnızlık bu yüzden gürültülü bir sessizliktir. Kalabalıklar, meşguliyetler, sorumluluklar, ekranlar, konuşmalar… Her şeyin içinde bir yankısızlık. Ve o yankısızlık, insanın kendi içinden uzaklaşmasıdır. Kaygı, bu uzaklığın işaretidir. İçinde yaşadığımızı sandığımız hayatla, aslında içten içe sürüklendiğimiz boşluk arasındaki mesafenin habercisidir.
Bu yüzden kaygıyı yok etmek değil, onunla yeniden ses kurmak gerekir. İçten gelen sesi duymaya çalışmak, kendi yankını geri çağırmak. Kaygı, bastırılmadan, duyulmaya ve anlaşılmaya çalışıldığında bir şeye dönüşebilir: belki bir yazıya, bir ezgiye, bir iç çekişe… Ya da sadece sessizliğe bırakılan dürüst bir boşluğa.
Kaygıyı Taşımak, İnsan Olmaktır
Kaygıdan kurtulmak isteyen çok olur. Uyuşmak, unutmak, yok saymak, bastırmak… Her biri bir kaçış biçimi gibi görünür ama aslında bir tür çağrıyı susturmaya çalışmaktan ibarettir. Oysa insan dediğimiz varlık, yalnızca düşünen, hisseden ya da seven değil; aynı zamanda kaygıyı taşıyan bir varlıktır. Taşır, çünkü tamamlanmamıştır. Taşır, çünkü kendiyle arasındaki mesafe hiçbir zaman tam olarak kapanmaz.
Kaygıdan kaçamayız, çünkü o bizim iç örgümüzdedir. Bizi oluşturan malzemenin bir parçasıdır. Onu taşıyarak öğreniriz kim olduğumuzu. Kimi zaman bir fobiyle, kimi zaman bir aşkla, kimi zaman suskunlukla… Her biçim, bir başka dileğin, bir başka eksikliğin kıyısından gelir. Kaygı, yalnızca eksikliğin değil, aynı zamanda insan olma ihtimalinin de işaretidir.
Çünkü kaygı yalnızca bizi tehdit etmez. Aynı zamanda bizi hareket ettirir. Merak ettirir. Anlamaya zorlar. Kıpırdatır. Ve bazen, en derin kaygılarımızı duyduğumuz anlarda en sahici kararlarımızı veririz. O korkunun, o titreşimin tam içinden yeni bir yön çıkar. Yeni bir cümle. Yeni bir yönelim. Belki de kaygı, sadece sıkıntı değil, yenilenme sancısıdır.
İnsan olmak, bu yüzden kaygıyı yok etmek değil, onunla birlikte yürümeyi öğrenmektir. Onu bir yük olarak değil, bir eşlikçi gibi taşımaktır. Ne düşman, ne kurtarıcı… Sadece bizden biri. İçimizde konuşan, bazen susturulmak istenen ama aslında duyulmak isteyen bir ses.
Kaygıdan kurtulmak değil, onu duymak isteriz. Onu dinlemek, onunla birlikte değişmek… Ve belki de sadece bu fark ediş bile, o ağırlığı biraz olsun hafifletir. Çünkü insan, taşıdığını tanıdığında yalnız hissetmez. İçindeki o yankıya bir isim verdiğinde, artık tamamen sessiz değildir.
İşte o an, belki ilk kez, gerçekten insan olmaya başlar.
Etiketler:
#kaygı #psikoloji #terapi
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!