Yazdıklarımı okudum ve bu sefer beğendim. Güneş Istranca’nın hikayesini anlatmıştım. Tabii ki bazı bölümleri retorik gerekçelerle değiştirmiş, bazı bölümleri atlamış, bazı bölümleriyse farklılaştırmıştım. Bu böyledir. Bütün hikayeler aslında gerçeğin bir bölümünü anlatır ve yanlıdır. Yazar okuyucusunu manüple eder, kahraman hikayesinin sadece bilinmesini istediği kısmını anlatır.
Çatlak – Nuri Sel*
Edebiyatın en kışkırtıcı ve dönüştürücü tekniklerinden biri olan “güvenilmez anlatıcı / unreliable narrator” kavramı, metnin görünen yüzüne duyulan güveni altüst ederek okuru alışıldık okuma alışkanlıklarının dışına çıkarır. Anlatıcının sesiyle özdeşleştiğimiz anlatılarda, çoğunlukla söylenenin doğruluğunu sorgulamadan kabul ederiz. Bu durum, edebiyatın doğası gereği bir tür sessiz anlaşmaya işaret eder: Okur, anlatıcıya inanır. Ancak güvenilmez anlatıcı bu güveni bilinçli biçimde kırar, anlatının yapısını sarsarak okurun dikkatini her ayrıntıya yönlendiren bir bilinç alanı yaratır.
Bu anlatıcı tipi, anlatının merkezinde bir çatlak oluşturur. Söylenenle gerçek arasındaki mesafe açıldıkça, okur da pasif bir alıcı olmaktan çıkar, aktif bir dedektife dönüşür. Güvenilmez anlatıcı, yalnızca yanlış bilgi vermekle kalmaz; bazen eksik anlatır, bazen çarpıtır, bazen de gerçeği manipüle edecek biçimde biçimlendirir. Bu nedenle okur, anlatılan her şeyi kuşkuyla karşılamak zorunda kalır. Her cümle, her detay, her sessizlik yeniden okunur, yeniden yorumlanır. Bu durum, anlatıyı sıradan bir hikâyeden çok daha fazlasına dönüştürür: Çok katmanlı bir zihin oyunu, bir etik sorgulama alanı ve bir anlatı bilmecesi.
Güvenilmez anlatıcı yalnızca bir teknik değil, aynı zamanda bir anlatı politikasıdır. Gerçeğin göreceliği, hafızanın kırılganlığı ve dilin aldatıcılığı gibi büyük temaları görünür kılar. Bu anlatıcı, yazarla okur arasında hem bir işbirliği hem de bir mücadele ortamı yaratır. Yazar ipuçlarını ustalıkla serpiştirir, okur ise bu ipuçlarını birleştirerek anlatının gizli yapısını ortaya çıkarmaya çalışır. Bu karşılıklı oyun, edebiyatın sunduğu en yaratıcı ve en zihin açıcı deneyimlerden birini doğurur. Dolayısıyla güvenilmez anlatıcı, yalnızca karakteri değil, metnin tamamını yeniden düşünmeye zorlayan, büyüleyici bir anlatım aracıdır.
Peki nedir bu anlatıcıyı bu kadar özel kılan?
Güvenilmez anlatıcı, anlatıdaki olayları kasıtlı ya da kasıtsız biçimde çarpıtan, eksik aktaran veya yalan söyleyen kişidir. Psikolojik sorunları, kişisel çıkarları, sınırlı bakış açısı ya da basitçe kendi haklılığını ispat etme çabası, anlatımını güvenilmez kılar. Gerçek, anlatıcının kelimeleri arasında eğrilir, bükülür, zamanla parçalanır. Tıpkı bir arkadaşınızın kavga hikâyesini anlatırken hep kendini haklı göstermesi gibi: Gerçeği öğrenmek için diğer tarafı da dinlemeniz gerekir.
Güvenilmez anlatıcının başlıca amacı, okuru pasif bir dinleyiciden çıkarıp aktif bir çözümleyiciye dönüştürmektir. Artık metnin sunduğu bilgileri olduğu gibi kabul edemez, her kelimenin altını eşelemek zorunda kalırsınız. Gillian Flynn’in Gone Girl’ünde olduğu gibi, anlatıcıların çelişkili anlatımları okuru sürekli tetikte tutar. Amy’nin günlüğündeki satırlarla Nick’in sessizliği arasındaki boşluklar, gerçeği keşfetmeye yönelik bir arzu yaratır. Okur, yazarla sessiz bir sözleşme imzalar: Gerçek görünenden fazlasıdır.
Güvenilmez anlatıcı tekniği, yalnızca yapısal oyunlar yaratmaz; aynı zamanda tematik derinlik de sunar. “Gerçek nedir?”, “Hafıza ne kadar güvenilirdir?” gibi felsefi sorulara alan açar. Black Mirror gibi dizilerde sıkça karşımıza çıkan bu sorgulama, edebiyatta daha şiirsel ve içsel katmanlarla işlenir. Humbert Humbert’in Lolita’daki anlatımı, hem estetik hem etik bir ikilem yaratır. Şiirsel dilin ardına saklanmış bir sapkınlık, anlatıcının kendini meşrulaştırma çabasıyla birleşir. Anlatıcı, okuyucudan empati değil, akıl yürütme talep eder.
Bir anlatıcının güvenilmez olduğunu nasıl anlarız?
Güvenilmez anlatıcının en belirgin işareti, anlatının çeşitli bölümlerinde hissedilen bilgi eksikliğidir. Bu eksiklik, anlatıcının olayları tam olarak hatırlayamaması, hatırlamak istememesi ya da hatırladığı gibi anlatmamasıyla ortaya çıkar. The Girl on the Train’de alkolik anlatıcının parçalı ve bulanık hafızası, okura yalnızca eksik bir tablo sunar. Okur, olayları bir araya getirme çabasına girerken, anlatıcının zihnindeki karanlık bölgeleri kendi deneyimiyle doldurmak zorunda kalır. Bu bilinçli boşluklar, anlatının merkezine bir gizem yerleştirir; ama bu gizem bir olaydan değil, anlatıcıdan kaynaklanır. Bu da okurla metin arasında klasik anlamda değil, daha karmaşık ve aktif bir ilişki kurulmasına neden olur.
Bir diğer belirleyici unsur ise anlatıcının dünyayı kendi önyargıları ya da sınırlı perspektifi üzerinden aktarmasıdır. Harper Lee’nin To Kill a Mockingbird’ünde küçük Scout, yetişkinlerin karmaşık dünyasını çocukça bir dürüstlükle aktarır; ancak bu saflık, gerçeğin bazı yönlerini görmesini engeller. Bu tarz anlatım, özellikle ahlaki çatışmaların ya da sosyal eleştirilerin anlatıldığı metinlerde çok katmanlı bir etki yaratır. Anlatıcının masumiyeti ya da tek taraflı bakışı, hem okurun daha geniş bir perspektif kazanmasını sağlar, hem de anlatıcının kendi sınırlarını açığa çıkarır. Bu tür önyargılı bakış, gerçeğin doğrudan verilmeyip yavaş yavaş sezdirilmesini mümkün kılar ve anlatıcının inandırıcılığını sorgulatan derin bir ironi yaratır.
Psikolojik dengesizlik, güvenilmezliğin en uç formudur. American Psycho’da Patrick Bateman’ın yaşadığı halüsinasyonlar, anlatının tamamını belirsiz bir alana taşır. Okur, anlatılanların gerçek mi, yoksa bir zihinsel çöküşün ürünleri mi olduğunu sorgulamaya başlar. Anlatıcının kendi içindeki çelişkiler ise bu şüpheyi daha da artırır: Bir sahnede “sinirli değildim” diyen bir anlatıcının bir sonraki satırda duvara yumruk atması, duyguların bastırılmasıyla anlatım arasındaki gerilimi gösterir. Bu gibi durumlar, yalnızca anlatıcının güvenilirliğini değil, aynı zamanda kendi benliğiyle kurduğu ilişkiyi de tartışmaya açar. Poe’nun The Tell-Tale Heart’ında, anlatıcının “deli olmadığını” iddia etmesiyle başlayan savunma, zamanla kendi kendini çürüten bir itirafa dönüşür. Agatha Christie’nin Roger Ackroyd Cinayeti ise anlatıcının sonradan katil çıkmasıyla, anlatıdaki güven ilişkisini tamamen tersyüz eder. Ishiguro’nun Never Let Me Go romanında anlatıcının saf, duygusal anlatımı, distopik gerçeğin altına ince bir perde çeker; hakikat, karakterin farkında bile olmadan sakladığı bir travma gibi yavaşça sızar.
Anlatıcıyı yaratmak titizlik ve teknik ister; çünkü anlatıcının bakış açısı, okuyucunun metinle kuracağı ilişkiyi doğrudan belirler. Bu noktada ilk karar, doğru perspektifin seçilmesidir. Birinci tekil şahıs anlatıcı, zihnin içine doğrudan bir geçiş sunar ve karakterin iç dünyasına dair sansürsüz bir pencere açar. The Catcher in the Rye gibi örneklerde bu iç ses, karakterin psikolojik dalgalanmalarını, savunma mekanizmalarını ve çarpıtılmış algılarını açıkça yansıtır. Öte yandan sınırlı üçüncü şahıs anlatımda, anlatıcının düşünce ve gözlemleri daha süzülmüş, daha mesafeli biçimde sunulur. The Great Gatsby’de olduğu gibi, anlatıcı hem olaylara dahil olur hem de gözlemci pozisyonunu koruyarak, yorumu daha ince bir dil üzerinden okura geçirir.
Anlatıcının güvenilirliği, yalnızca söyledikleriyle değil, nasıl söyledikleriyle de sınanır. Hikâyede gereksiz gibi görünen detaylara fazlaca yer verilmesi, aslında karakterin suçluluk psikolojisinin veya bastırdığı travmaların dışavurumu olabilir. Bu tür ipuçları, okurun zihninde anlatıcının gizlediği ya da çarpıttığı gerçeklikleri arama isteği uyandırır. Özellikle okurla duygusal bağ kurmaya çalışan, sempatik görünme çabasında olan anlatıcılar (örneğin Lolita’daki Humbert Humbert), anlatının güvenilirliğini test edilebilir hâle getirir. Okuyucu bu bağlamda, anlatıcının söylediklerine inanmaya mı yoksa ondan şüphe etmeye mi karar vereceğini sürekli sorgular. Güvenilmez anlatıcıyı etkili kılan da budur: anlatılanlarla hissedilen arasındaki çelişki.
Ancak güvenilmez anlatıcı tekniği, dikkatle işlenmezse metnin inandırıcılığı zedelenebilir. Özellikle büyük bir final ifşası hedefleniyorsa, anlatıcının çarpıtmaları hikâyenin evreniyle tutarlı olmalı, bu çarpıtmalar için önceden ufak ama anlamlı ipuçları serpiştirilmelidir. Fight Club’daki Tyler Durden karakteri, ancak geriye dönüp bakıldığında tüm işaretleri birleştirecek şekilde yapılandırılmıştır. Aksi takdirde, sonradan yapılan açıklamalar zorlama ya da oyunbazlık gibi algılanabilir. Ayrıca, güvenilmez anlatıcıyı tanımlamak adına birkaç “tuhaf” davranışa yaslanmak, karakteri karikatürize eder. Gerçek bir güvenilmez anlatıcı, içsel bir çatışmanın, travmatik bir geçmişin ya da ulaşılmak istenen sarsıcı bir hedefin yansıması olmalıdır. Bu yüzden bu anlatıcı türü, yalnızca yapısal bir oyun değil, aynı zamanda derin bir karakter çalışmasının da ürünüdür.
Güvenilmez bir anlatıcı yaratmanın yolu, onun zihinsel eğilimlerini, çarpıtma alışkanlıklarını ve duygusal motivasyonlarını yazı üzerinden keşfetmekten geçer. Bu sürece başlamak için en işlevsel yöntemlerden biri, karakterin bir günlük tutmasını sağlamaktır. Bu günlük yazımı, ilk başta tamamen dürüst gibi görünmelidir; ancak birkaç sayfada bir, küçük yalanlar, abartmalar ya da olayların anlatımında belirgin kaymalar eklenmelidir. Bu tutarsızlıklar, karakterin içsel çelişkilerini ve bastırdığı gerçekleri ortaya çıkarır. Anlatıcının neyi neden çarpıttığını fark etmek, yalnızca karakterin derinleşmesini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda yazarın da anlatıcının zihnine daha rahat nüfuz etmesini mümkün kılar. Bu, anlatıcının “gerçeklik” algısıyla yazarın bakış açısı arasındaki gerilimi inşa etmenin temelidir.
Bir sonraki adım, anlatıcının başkalarıyla kurduğu ilişkilerdeki çatlakları açığa çıkarmaktır. Bunun için diyalog yazımına geçmek, anlatıcının dış dünya ile olan temaslarını test etmek adına önemlidir. Diyaloglarda, anlatıcının söyledikleriyle diğer karakterlerin tepkileri arasında belirgin çelişkiler yaratılmalıdır. Anlatıcı bir olayı olumlu ve sıradan anlatırken, karşısındaki karakterin tedirginliği ya da alaycı tepkisi, anlatının altındaki farklı gerçekliği ima eder. Bu karşıtlık, anlatıcının kendisini nasıl görmek istediği ile nasıl göründüğü arasındaki farkı görünür kılar. Böylece okuyucu, anlatıcının kurduğu dünyaya bütünüyle teslim olmak yerine, anlatının arasındaki çatlaklardan sızan gerçeği araştırmaya başlar.
Bu tekniklerin son ve belki de en kritik halkası, bir olay anlatımında kasıtlı suskunluklar yaratmaktır. Özellikle dramatik ya da suç unsuru taşıyan bir olayda, anlatıcının kritik bir detayı —örneğin kendi suç ortaklığını veya fail olduğunu— atlaması, metni çok katmanlı bir yapıya dönüştürür. Bu tür bilinçli eksiltmeler, yalnızca anlatıcının etik alanla olan mücadelesini değil, aynı zamanda okuyucunun okuma sürecine aktif katılımını da sağlar. Okur, yalnızca olanları takip etmekle kalmaz; olmayanı, anlatılmayanı da sezmeye başlar. Bu noktada güvenilmez anlatıcı, sürpriz unsuru taşıyan bir kurgu oyunu olmaktan çıkar; gerçeklik, algı ve etik arasında sürekli gerilim yaratan felsefi bir araca dönüşür. Bu dönüşümün sahici olabilmesi için, ilk taslakta anlatıcının tamamen dürüst yazılması gerekir. İkinci taslakta ise onun yalanları, suskunlukları ve çarpıtmaları, titizlikle, ama geriye dönük tutarlılık gözetilerek yerleştirilmelidir. Gerçek, yalanın içinden doğduğunda edebiyat en büyüleyici hâline ulaşır.
Etiketler:
#edebiyat #güvenilmez anlatıcı #kurgu #unreliable narrator
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!