Hukukun siyasi arenada nasıl biçimlendirildiği ve araçsallaştırıldığı, serimizin ilk bölümünde detaylandırılan teorik temeller ışığında ele alınmalıdır. İlk yazıda, hukukun evrensel adalet ve düzen ilkeleri ile ideolojik ve siyasi güçlerin kesişim noktasındaki çelişkileri; bu çelişkilerin, hukukun yalnızca tarafsız bir düzenleyici olmaktan çıkıp, belirli güç odaklarının çıkarlarına hizmet eden esnek bir araç hâline nasıl dönüştüğünü tartıştık. Şimdi ise bu teorik zemini, seçici adalet uygulamaları ve olağanüstü hâl mekanizmaları üzerinden somut tarihsel örneklerle derinleştiriyoruz.
Geçmişte ve günümüzde, hukuk belirli gruplara avantaj sağlamak veya muhalifleri bastırmak amacıyla kullanılmıştır. Bu durum, hukukun meşruiyetini zedeleyerek toplumsal güvenin sarsılmasına yol açmaktadır. Hukukun bağımsızlığının zayıflatıldığı dönemlerde, otoriter rejimlerin güç kazandığı ve demokratik denetim mekanizmalarının işlevsiz hâle geldiği gözlemlenmiştir. Bu süreçler, sadece belli ülkelerle sınırlı kalmayıp, küresel düzeyde hukuk sistemlerinin nasıl dönüştüğünü anlamak açısından da büyük önem taşımaktadır.
Hukuk, esasen toplum düzenini ve adaleti tesis etme amacı güderken, tarih boyunca iktidar sahipleri tarafından belirli çıkarların korunması ve rakiplerin marjinalleştirilmesi için yeniden şekillendirilmiştir. Bu dönüşüm, yalnızca hukuki normların evrensel değerlerine gölge düşürmekle kalmamış, aynı zamanda toplumsal güvenin ve demokratik denetimin temellerini sarsan yapısal krizlere de zemin hazırlamıştır. İlk yazımızda ortaya konan kuramsal yaklaşımla uyumlu olarak, bu bölümde hukukun seçici olarak uygulanması, yasaların güç tarafından nasıl esnetilebildiği ve bunun sonuçlarının tarihsel örnekler ışığında değerlendirilmesi hedeflenmektedir.
Bu analiz, Nazi Almanyası’nın Nuremberg Yasaları, ABD’nin Jim Crow uygulamaları, Myanmar’da Rohingya krizi ve günümüzün İsrail-Gazze politikaları gibi farklı coğrafyalarda ve dönemlerde hukukun siyasi araç hâline dönüşümünü ortaya koyarken, hukukun özgün işlevinin ne denli tehlikeli bir şekilde saptırılabileceğini gözler önüne sermektedir. Böylece, hukukun evrensel ilkeleri ile iktidarın çıkarları arasındaki bu gerilim, modern siyasi mücadelelerde nasıl yeniden yapılandırıldığını anlamamız için kritik bir bakış açısı sunmaktadır.
Seçici Adalet ve Kurumsal Çöküş
Hukukun tarafsızlık ilkesinden sapması, belirli gruplara yönelik ayrımcı uygulamalara dönüşmesi, toplumsal yapıyı derinden sarsan bir etkendir. Hukukun temel işlevlerinden biri, bireyler ve kurumlar arasında adaleti sağlamak ve güven ortamını tesis etmektir. Ancak, bu işlevin bozulması ve hukukun belirli kesimlerin çıkarlarını koruyacak şekilde yönlendirilmesi, toplumsal düzenin sürdürülebilirliğini tehdit eder.
Tarihsel olarak, hukuk sistemlerinin tarafsızlıktan uzaklaşarak siyasi veya ideolojik bir araca dönüşmesi, hukukun güvenilirliğini zayıflatmış ve bireylerin devlete olan inancını sarsmıştır. Hukukun, adaletin değil de gücün hizmetine sunulduğu toplumlarda, yasaların keyfi uygulanması sıradan hale gelir ve bireyler kendilerini hukuki güvenceden yoksun hisseder. Bu durum, yalnızca bireylerin değil, kurumların da çöküşüne yol açarak devlet mekanizmasının işlevselliğini kaybetmesine neden olabilir.
Bu bağlamda, hukukun siyasi bir araç olarak kullanılması, otoriter eğilimlerin güçlenmesine ve demokratik değerlerin erozyona uğramasına zemin hazırlar. Yasaların keyfi uygulanması veya belirli grupları hedef alacak şekilde değiştirilmesi, toplumsal kutuplaşmayı artırır ve devletin meşruiyetini zayıflatır. Tarihte bunun pek çok örneği mevcuttur:
Nazi Almanyası (1935): Nuremberg Yasaları ve Sistematik Bır Ayrımcılığın Hukuki Temeli
Nazi Almanyası’nın 1935’te kabul ettiği Nuremberg Yasaları, Adolf Hitler’in iktidara gelmesiyle başlayan antisemit politikaların hukuki bir çerçeveye oturtulmasını sağladı. Bu yasalar, özellikle “Reich Vatandaşlık Yasası” ve “Alman Kanınının ve Şerefinin Korunması Yasası” olarak iki temel metinden oluşuyordu. İlki, Yahudileri “devlet vatandaşlığı” statüsünden çıkararak onlara yalnızca “devlete tabi bireyler” statüsü verdi. İkincisi ise Yahudilerle Almanlar arasındaki evlilikleri ve cinsel ilişkileri yasaklayarak ırksal “saflığı” korumayı hedefliyordu. Bu düzenlemeler, sadece Yahudileri değil, Romanları ve siyahi Almanları da hedef alan geniş bir ayrımcılık ağının parçasıydı.
Yasaların uygulanması, Yahudilerin toplumsal ve ekonomik hayattan dışlanmasını hızlandırdı. Örneğin, Yahudilerin doktorluk, avukatlık ve öğretmenlik gibi meslekleri icra etmesi yasaklandı; devlet okullarına ve üniversitelere erişimleri engellendi. Ayrıca, Yahudi işletmelerine boykotlar düzenlendi ve mülklerine el konuldu. Bu politikalar, ekonomik çöküşe sürüklenen Yahudi toplumunu yardıma muhtaç hâle getirirken, Alman halkına “Yahudi sorunu”nun çözüldüğü algısını yaydı. 1938’deki Kristal Gece (Kristallnacht) pogromu, bu yasaların şiddetle iç içe geçtiğini gösteren somut bir örnekti.
Nuremberg Yasaları’nın en karanlık mirası, Holokost’a giden yolu döşemesi oldu. Yahudilerin hukuki korumadan yoksun bırakılması, onların önce gettolara hapsedilmesine, ardından toplama kamplarına sürülmesine zemin hazırladı. Yasalar, Nazi rejimine, insanlık dışı uygulamalarını “yasal” bir kılıfla meşrulaştırma imkânı verdi. Bu süreç, hukukun nasıl bir baskı aracına dönüştürülebileceğini ve etik değerlerden koparıldığında kitlesel suçları nasıl kolaylaştırdığını gösteren tarihsel bir uyarı niteliği taşıyor.
ABD’de Jim Crow Yasaları: Irkçılığın Kurumsallaşması ve Toplumsal Travma
19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyıl ortalarına kadar ABD’nin güney eyaletlerinde uygulanan Jim Crow Yasaları, köleliğin kaldırılması sonrasında Afro-Amerikalıları ikinci sınıf vatandaş konumuna sabitleyen bir sistemdi. Bu yasalar, “ayrı ama eşit” (separate but equal) ilkesiyle 1896’da Plessy v. Ferguson davasında Anayasa Mahkemesi tarafından onaylandı. Ancak uygulamada, siyahilerin trenlerde, okullarda, hastanelerde ve hatta su çeşmelerinde beyazlardan ayrı ve genellikle kalitesiz tesisleri kullanması dayatıldı. Eğitimdeki eşitsizlik, ekonomik fırsatların kısıtlanması ve oy kullanma hakkının vergiler ve okuma testleriyle engellenmesi, sistematik baskının temel araçlarıydı.
Jim Crow’un toplumsal etkisi, yasalardan öte şiddet ve terörle pekiştirildi. Ku Klux Klan gibi örgütlerin linç kampanyaları ve siyahi karşıtı pogromlar (örneğin 1921 Tulsa Katliamı), Afro-Amerikalıları sindirmek için kullanıldı. Siyahilerin beyaz mahallelerde mülk edinmesi bile saldırıları tetikliyordu. Bu dönemde, ırklar arası dayanışma hareketleri ve NAACP gibi örgütler, hukuki mücadeleyle Jim Crow’u çökertmeye çalıştı. 1954’te Brown v. Board of Education davasında “ayrı ama eşit” doktrininin anayasaya aykırı olduğunun ilan edilmesi, sürecin dönüm noktası oldu.
Jim Crow Yasaları’nın kalıntıları, modern ABD’deki ırkçılık tartışmalarında hâlâ hissediliyor. 1964 Medeni Haklar Yasası ve 1965 Oy Hakkı Yasası’na rağmen, ekonomik eşitsizlik, polis şiddeti ve mahkûm edilme oranlarındaki adaletsizlikler, kurumsal ırkçılığın devam ettiğini gösteriyor. Jim Crow, hukukun ırkçılığı nasıl normalleştirdiğini ve bu mirasın onlarca yıl sonra bile toplumu nasıl şekillendirdiğini anlamak açısından kritik bir örnek.
Myanmar’da Rohingya Krizi (2017): Vatandaşlık Hakkının Silah Olarak Kullanılması
Myanmar’da 2017’de Rohingya Müslümanlarına yönelik etnik temizlik, devletin 1982 Vatandaşlık Yasası’nı araçsallaştırmasıyla bağlantılıydı. Bu yasa, ülkedeki 135 etnik grubu tanımlarken Rohingyaları dışlayarak onları “yasadışı Bengalli göçmenler” olarak etiketledi. Böylece Rohingyalar, vatandaşlık haklarından mahrum bırakılarak devletsiz (stateless) kaldı. 2012’de Arakanlı Budistlerle Rohingyalar arasındaki şiddet olaylarını bahane eden ordu, 2017’de kitlesel bir askerî operasyon başlattı. BM raporlarına göre, köyler yakıldı, kadınlara tecavüz edildi ve binlerce insan öldürüldü.
Myanmar hükümeti, bu şiddeti “terörle mücadele” olarak meşrulaştırmaya çalıştı. Aung San Suu Kyi’nin uluslararası topluma karşı verdiği savunmalar, devletin insan hakları ihlallerini reddetmesiyle sonuçlandı. Ancak BM, yaşananları “soykırım niyeti” olan etnik temizlik olarak tanımladı. 700.000’den fazla Rohingya, Bangladeş’teki mülteci kamplarına sığınmak zorunda kaldı. Kamplardaki insani koşullar, uluslararası yardım kuruluşlarının müdahalesine rağmen hâlâ kritik seviyede.
Rohingya krizi, hukukun etnik aidiyeti hedef alarak nasıl bir şiddet aracına dönüştüğünü gösteriyor. Myanmar’ın vatandaşlık yasaları, azınlıkları yok sayan milliyetçi bir anlayışın ürünü. Bu durum, evrensel insan hakları normlarıyla çelişse de devletlerin egemenlik argümanlarıyla nasıl korunabildiğine dair çarpıcı bir örnek. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin soruşturmaları sürerken, Rohingyaların adalet arayışı, hukukun tarafsızlığını yeniden tanımlama mücadelesi olarak öne çıkıyor.
İsrail’in Gazze Politikası: Hukukun Savaş ve İşgal Stratejisine Dönüşümü
İsrail, Gazze Şeridi’ne yönelik politikalarını uzun yıllardır “meşru müdafaa” ve “güvenlik” argümanları çerçevesinde şekillendirse de, son iki yılda bu strateji daha da sert ve kapsamlı bir savaş ve işgal politikasına evrilmiştir. 2005’teki tek taraflı çekilme sonrasında Gazze’ye uyguladığı kısmi abluka, 2007’de Hamas’ın bölgede kontrolü ele geçirmesinin ardından kara, deniz ve hava sahasını fiilen kapatan önlemlerle derinleşirken; 2023 Ekim’de Hamas’ın gerçekleştirdiği büyük çaplı saldırı sonrasında İsrail, Gazze’ye yönelik operasyonlarını tüm yönleriyle “varoluşsal tehdit” retoriği altında yoğunlaştırmıştır.
2023 Ekim’de Hamas’ın 7 Ekim saldırısının ardından İsrail, Gazze’de çok katmanlı bir askeri strateji uygulamaya başlamıştır. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), Gazze Şeridi’nde geniş çaplı hava saldırıları, topçu ateşi ve sınırlı ama tekrarlayan yer harekatlarıyla Hamas’ın askeri altyapısını hedef alırken, aynı zamanda Gazze’ye yönelik abluka uygulamasını “tam abluka” boyutuna çıkarmıştır. Bu abluka kapsamında su, elektrik, gıda ve ilaç gibi temel insani yardım kaynaklarının neredeyse tamamen kesilmesi, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlar tarafından “toplu cezalandırma” ve insanlığa karşı suç olarak değerlendirilmiş, 2023’ten bu yana Gazze’deki insani krizin derinleşmesine yol açmıştır.
İsrail’in operasyonları, 2023–2025 döneminde Gazze’de binlerce sivilin ölümüne ve on binlerce yaralıya neden olurken; BM, UNRWA ve Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) gibi kuruluşlar, savaş sırasında sivillerin hedef alınması, temel altyapının yok edilmesi ve ablukanın uygulanması nedeniyle ciddi uluslararası hukuki ihlallerin söz konusu olduğunu raporlamıştır.
Netanyahu yönetimindeki İsrail hükümeti, askeri operasyonlarını “terörle mücadele” kapsamında meşrulaştırsa da, son iki yılda uygulanan stratejiler hukuki çerçeveleri tartışma konusu haline getirmiştir. Yeni operasyonlar; Gazze’nin kuzeyinde tekrarlayan yer harekatları, özellikle Jabalia gibi tarihi ve sembolik bölgelerde yoğun çatışmalar, ablukanın yeniden keskinleştirilmesi, su, elektrik ve gıda kaynaklarının kısıtlanması gibi uygulamalarla, hukukun askeri operasyonları meşrulaştırma aracı haline getirildiğini göstermektedir.
Ayrıca, İsrail’in askeri stratejisinde yaşanan iç siyasi çekişmeler, özellikle Netanyahu ile Savunma Bakanı Yoav Gallant arasında, operasyonların kapsamı ve süresi konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hükümetin bazı sağcı çevreleri, Gazze’deki askeri varlığın kalıcı hale getirilmesi, hatta bölgede yeni yerleşimlerin kurulması yönünde açıklamalarda bulunurken; uluslararası toplum ve birçok hukukçu, bu politikanın uluslararası hukuku ihlal ettiğini ve kitlesel insan hakları ihlallerine zemin hazırladığını öne sürmektedir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi, 2021’den bu yana Gazze’deki olası savaş suçlarına ilişkin soruşturmalar yürütmekte olup, son dönemde de BM raporları, hastaneler, okullar ve BM tesislerinin hedef alındığını belgeleyen bulgular sunmuştur. Bu durum, İsrail’in uygulamalarının uluslararası hukuk çerçevesinde meşruiyeti konusunda ciddi tartışmalara yol açmış, ABD ve Avrupa’daki bazı ülkeler ise yaptırımlar ve diplomatik baskı yoluyla İsrail’i politikalarını değiştirmeye zorlamaya çalışmıştır.
Son iki yılda yaşanan gelişmeler, Gazze’deki yıkımın ve insani krizin boyutlarını dramatik şekilde artırmış; bu durum, İsrail’in Gazze’deki askeri ve politik stratejilerini yeniden gözden geçirmesine neden olmuştur. Netanyahu’nun “varoluşsal tehdit” retoriği çerçevesinde savunduğu operasyonlar, İsrail’in askeri varlığının sınırsız ve kalıcı olma riskini beraberinde getirirken, eleştirmenler bu stratejiyi “sonsuz savaş” olarak nitelendirip, Gazze’nin geleceğinin belirsizleşmesine, uluslararası arenada ise daha derin siyasi ve hukuki krizlere yol açacağını öne sürmektedir.
Özellikle, 2024’teki operasyonlar sonrasında bazı eski askeri yetkililer ve uluslararası gözlemciler, Gazze’deki sivillerin kitlesel tahliyesi ve altyapının yok edilmesinin, Gazze’nin işgal altına alınmasına zemin hazırlayabileceği konusunda uyarılarda bulunmuştur. Bu çerçevede, hem İsrail içindeki hem de uluslararası arenadaki tartışmalar, askeri güç kullanımının ötesinde, hukukun adalet ve insan hakları prensiplerinin nasıl manipüle edilebildiğini gözler önüne sermektedir.
İsrail’in Gazze’ye yönelik politikaları, başlangıçta güvenlik ve meşru müdafaa argümanlarıyla savunulsa da, son iki yılda uygulanan stratejiler; hukukun, adaletin ve uluslararası normların, güçlü devletlerin askeri ve politik çıkarları uğruna nasıl şekillendirilebildiğini ve hatta dönüştürülebileceğini göstermektedir. Hem Gazze’de yaşanan insani felaket hem de uluslararası hukukta ortaya konan ihlaller, bu politikanın sürdürülebilirliği ve meşruiyeti konusunda ciddi soru işaretleri yaratmakta, gelecekte daha da karmaşık senaryoların yaşanmasına neden olmaktadır.
Tarihsel Bağlam ve Ortak Dinamikler
Nazi Almanyası, Jim Crow Yasaları, Myanmar ve İsrail örnekleri, hukukun baskıcı rejimler tarafından nasıl araçsallaştırılabileceğine dair çarpıcı benzerlikler taşıyor. Her bir vakada, “güvenlik”, “ırksal saflık” veya “devletin bekası” gibi kavramlar, marjinal grupları hedef alan politikaları meşrulaştırmak için kullanıldı. Hukuki metinler, ayrımcılığı kurumsallaştırırken, şiddet ve ekonomik yaptırımlar bu süreci tamamlayıcı bir rol oynadı. Örneğin, Nuremberg Yasaları’nın Holokost’a, Jim Crow’un siyahi karşıtı linçlere, Myanmar yasalarının Rohingya katliamlarına ve İsrail ablukasının Gazze’deki insani krize evrilmesi, hukukun şiddetle iç içe geçebileceğini gösteriyor.
Bu rejimlerin ortak noktası, hukuku bir “normalleştirme aracı” olarak kullanmaları. Toplumun belirli kesimlerini düşmanlaştıran bir dil, medya ve eğitim yoluyla yayılarak, insan hakları ihlalleri “kabul edilebilir” kılındı. İsrail’in Gazze politikalarında da benzer bir söylem gözlemleniyor: Filistinliler, “terörist” olarak etiketlenerek insanlıktan çıkarılıyor ve şiddetin hedefi haline getiriliyor. Bu süreç, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramını anımsatırcasına, devlet şiddetinin gündelik yaşamın bir parçasına dönüşmesine yol açıyor.
Ancak bu tarihsel örüntüler, direniş ve uluslararası mücadelelerle kırılabiliyor. Nuremberg Mahkemeleri, Jim Crow’un yıkılması ve Rohingyalar için süren adalet arayışı, hukukun aynı zamanda bir hesap verebilirlik mekanizması olabileceğini gösteriyor. İsrail’e yönelik BDS (Boykot, Tasfiye ve Yaptırımlar) hareketi ve ICC soruşturmaları da benzer bir potansiyele işaret ediyor. Tarih, hukukun tarafsız olmadığını ancak kolektif mücadelelerle dönüştürülebileceğini kanıtlıyor.
Olağanüstü Hâl ve Hukukun Yozlaşması
Olağanüstü hâl, olağan yasal düzenin askıya alındığı ve devletin kriz anlarında hızlı ve etkili müdahaleler yapabildiği özel dönemleri ifade eder. Bu süreçte, yürürlükteki hukuki normlar geçici olarak askıya alınarak, hükümetlere olağanüstü yetkiler tanınır. Amaç, acil durumlarda düzenin sağlanması, kamu güvenliğinin temini ve krizlerin hızlıca bertaraf edilmesidir. Ancak, bu yetkiler kısa vadede kriz yönetimine yardımcı olurken, uzun vadede hukukun temel ilkeleri olan şeffaflık, öngörülebilirlik ve adil yargı süreçlerinin zedelenmesine yol açma potansiyeline sahiptir.
Olağanüstü hâl uygulamaları, devlet yetkilerinin olağan sınırların ötesine geçmesine olanak tanıyarak, hukukun esnetilmesine ve kalıcı baskı mekanizmalarının yerleşmesine zemin hazırlayabilir. Bu durum, krizin geçici ihtiyaçları için alınan tedbirlerin, uzun süreli uygulamalara dönüşerek demokratik denetim mekanizmalarını zayıflatmasına neden olur. Devlet, kriz koşullarında aldığı kararlarla normların ötesine geçerken, vatandaşların temel hak ve özgürlükleri ihlal edilebilir; bu da, hukukun evrensel adalet ve eşitlik prensiplerine zarar verir. Sürekli esnetilen yasal çerçeveler, sonradan geri dönüşü olmayan otoriter yapılar oluşturma riski taşır.
Bu süreç, yalnızca kriz yönetimiyle sınırlı kalmayıp, hukuki altyapının köklü bir dönüşüme uğramasına neden olur. Olağanüstü hâl dönemleri, hükümetlerin yoğun yetki kullanımını meşrulaştırarak, demokratik kurumlar ile hukuk devleti prensiplerinin zayıflamasına yol açar. Böylece, devletin kriz anlarında aldığı geniş yetkiler, normal zamanlarda bile devam eden uygulamalara dönüşebilir ve kalıcı bir otoriter yapının temelleri atılmış olur. Sonuç olarak, olağanüstü hâl uygulamaları, hem acil kriz müdahalesinde pratik çözümler sunmakta hem de uzun vadede hukuki düzenin sarsılması ve demokratik değerlerin erozyona uğraması gibi derin yapısal sorunlara yol açabilmektedir.
Latin Amerika Darbeleri (1976-1983):
Latin Amerika’daki askeri darbeler döneminde, özellikle 1976-1983 yılları arasında Arjantin’de uygulanan askeri cunta yönetimi, olağanüstü hâl durumunun en keskin ve yıkıcı örneklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Bu süreçte, devletin mevcut hukuki yapısı tamamen askıya alınmış, yerine otoriter bir rejim kurulmuştur. Askeri yönetim, anayasal ve yargısal mekanizmaları sistematik olarak devre dışı bırakarak, olağanüstü yetkiler kullanmış; acil durum bahanesiyle, normalde korunması gereken hukuk devleti ilkelerini hiçe saymıştır. Bu uygulama, devletin kriz anlarında dahi demokrasiden saparak güçlerini keyfi ve merkeziyetçi bir biçimde kullanabileceğinin çarpıcı bir göstergesidir.
Olaylar zinciri, muhaliflerin sistematik olarak hedef alınmasıyla devam etmiştir. Yargısız infazlar, işkence ve zorla kaybetmeler gibi insan hakları ihlalleri, rejimin uyguladığı baskı araçları arasında yer almıştır. Bu yöntemler, yalnızca anlık siyasi baskının ötesinde, toplumsal hafızada derin travmalar ve kalıcı izler bırakmıştır. Hukuk devleti normlarının geçici olarak askıya alınması, devletin yargı süreçlerinin objektifliğini tamamen ortadan kaldırmış; bu da, ilerleyen yıllarda kurumsal otoriter eğilimlerin yerleşmesine zemin hazırlamıştır. Arjantin örneğinde görülen bu uygulamalar, hukukun temel ilkesinin, yani öngörülebilirlik ve adil yargı sürecinin, ne denli savunmasız hale getirilebileceğini açıkça ortaya koymaktadır.
Uzun vadede, bu olağanüstü hâl uygulamaları sadece kriz dönemine ait geçici çözümler olarak kalmayıp, devlet kurumlarında kalıcı otoriter yapıların temellenmesine yol açmıştır. Rejim, kriz koşullarında edindiği geniş yetkileri, normal zamanlarda da uygulayarak demokratik mekanizmaların işleyişini derinden sarsmış; hukuki güvencelerin yok olmasına neden olmuştur. Bu durum, toplumsal güvenin sarsılması ve adaletin sağlanamaması gibi sonuçlarla birlikte, bir ülkenin demokrasiye olan inancını zedeleyen yapısal bozulmaların da habercisidir. Arjantin’de yaşanan bu dönem, hukukun yalnızca yasal bir düzenleyici olma rolünden çıkarak, siyasi baskı ve kontrol aracı haline gelebileceğini dramatik bir şekilde ortaya koymaktadır.
Fransa (2015 OHAL):
2015 yılında Fransa’da terör saldırılarının ardından ilan edilen olağanüstü hâl, devletin kriz anlarında güvenliği sağlamak adına benimsediği istisnai yöntemlerin nasıl genişleyebileceğinin çarpıcı bir örneğidir. Bu dönemde, hükümetin acil durum yönetimi kapsamında aldığı kararlar çerçevesinde, polis ve güvenlik güçlerine olağanüstü yetkiler tanındı. Bu yetkiler, özellikle terörle mücadele amacıyla uygulanan operasyonlar sırasında, mevcut hukuk kurallarının geçici olarak askıya alınması şeklinde tezahür etti. Ancak, alınan bu önlemler krizle mücadele amacı taşırken, normalde korunması gereken hukuki standartlardan sapılması, demokratik denetim mekanizmalarının zayıflaması ve temel insan haklarının kısıtlanması gibi ciddi sonuçları beraberinde getirdi.
Uygulanan genişletilmiş yetkiler, polis gücünün kontrolsüz bir biçimde kullanılmasına zemin hazırladı; bu durum, bireysel özgürlüklerin kısıtlanması ve vatandaşların temel haklarının ihlali riskini arttırdı. Olağanüstü hâl süresince, mahkemelerin denetim mekanizmaları zayıflarken, güvenlik yasalarında yapılan köklü değişiklikler uzun vadede normal hukuk düzeninin işleyişine kalıcı müdahalelere yol açtı. Özellikle ifade özgürlüğü, toplanma hakkı ve özel yaşamın gizliliği gibi demokratik prensiplerin zarar görmesi, toplumda derin endişelere neden oldu. Fransa’daki bu örnek, kriz zamanlarında alınan önlemlerin kısa vadeli acil ihtiyaçlara cevap verirken, uzun vadede hukukun öngörülebilirliğini nasıl tehlikeye attığını gözler önüne sermektedir.
Fransa örneğinde, ilan edilen olağanüstü hâl sürecinde yapılan yasal düzenlemeler, devletin güvenlik önlemlerini yeniden yapılandırması ve yetki sınırlarını genişletmesiyle, demokratik tartışmalara da yeni bir boyut kazandırdı. Genişletilen polis yetkileri ve esnetilen hukuki normlar, yalnızca terörle mücadelede başarı sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda devletin kontrol mekanizmalarını kalıcı hale getirme riskini de beraberinde getirdi. Bu durum, demokratik kurumlar ve hukuk devleti ilkeleri arasında oluşan gerilimin somut bir örneği olarak, hukukun olağanüstü hâl dönemlerinde ne denli tehlikeli bir şekilde yozlaşabileceğini ortaya koymaktadır. Böylece, kriz anlarında alınan önlemler, sadece acil müdahalelerle sınırlı kalmayıp, uzun süreli demokratik değerlerin ve hukuki güvencelerin erozyonuna yol açan yapısal sorunlara zemin hazırlamaktadır.
Her iki örnekten de görüldüğü üzere, olağanüstü hâl uygulamaları başlangıçta acil krizlere cevap vermek amacıyla devreye sokulsa da, uygulanan esnetmelerin uzun vadede hukukun temel prensiplerinden sapmasına yol açtığı açıktır. Arjantin’de askeri cunta yönetimi ve Fransa’da terör sonrası ilan edilen olağanüstü hâl, devletin kriz anlarında edindiği geniş yetkilerin, normal hukuk düzenine ve demokratik denetim mekanizmalarına zarar vererek kalıcı otoriter yapıları nasıl beraberinde getirdiğini göstermektedir.
Bu durum, hukuki normların sürekli olarak esnetilmesinin, sadece geçici çözümler sunmakla kalmayıp, toplumun hukuk sistemine olan güvenini derinden sarstığını ortaya koymaktadır. Zamanla, öngörülebilirlik ve adil yargı süreçleri gibi temel ilkelere zarar veren bu uygulamalar, devlet otoritesinin kalıcı güçlenmesine, demokratik kurumların işlevselliğinin azalmasına ve bireylerin temel haklarının ihlaline yol açabilmektedir. Dolayısıyla, olağanüstü hâl süreçlerinde alınan önlemlerin, kriz yönetimi ihtiyacını karşılarken, aynı zamanda uzun vadede toplumsal hafıza ve demokratik denetim üzerinde yıkıcı etkiler oluşturabileceği gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Sonuç olarak, olağanüstü hâl dönemlerinde devletin krizlere hızlı müdahale etmesi elzem olsa da, bu müdahalelerin kalıcı ve kontrolsüz hale gelmesinin, hukuk devleti ilkesine ve demokratik normlara zarar vermesi kaçınılmazdır. Kısa vadeli güvenlik ve düzen arayışının ötesinde, hukuk sisteminin temel prensiplerinin korunması, toplumsal güvenin sürdürülebilirliği ve demokratik denetimin sağlanması için, olağanüstü hâl uygulamalarının dikkatle değerlendirilmesi ve sınırlandırılması büyük önem taşımaktadır.
Anayasa Değişiklikleri ve Hukukun Dönüşümü
Otoriter rejimler, iktidarlarını pekiştirmek amacıyla hukuki çerçeveleri kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirme eğilimindedir. Bu eğilim, teorik düzeyde hukukun evrensel ilke ve normlarının aşındırılmasına yol açarken; pratikte ise demokratik denetimin zayıflamasına, yargı bağımsızlığının ortadan kalkmasına ve iktidarın keyfi uygulamalarının kurumsallaşmasına zemin hazırlar. Hukuk devleti ilkesinin temel bileşenleri olan şeffaflık, öngörülebilirlik, eşitlik ve hesap verebilirlik, otoriter liderler tarafından anayasa değişiklikleri aracılığıyla manipüle edilerek, siyasi iktidarın sürekliliğini sağlamak için araçsallaştırılır.
Bu süreç, yalnızca hukuki ilkelerin ihlaliyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda devlet kurumlarının işlevsizleşmesi, denetim mekanizmalarının etkisiz hâle getirilmesi ve toplumsal muhalefetin bastırılması gibi yapısal sonuçlar doğurur. Hukukun temel prensiplerinden sapılması, toplumun adalet duygusunu zedelerken, bireylerin hukuk sistemine ve devlet kurumlarına olan güvenini de sarsar. Zamanla bu durum, iktidarın keyfi uygulamalarını sürdürebileceği, denetimsiz ve otoriter bir yönetim biçiminin kalıcılaşmasına yol açar. Anayasa değişiklikleriyle hayata geçirilen bu dönüşüm, modern demokrasilerin koruması gereken temel değerlerin erozyona uğramasına neden olmakta; hukukun evrenselliği ve adaletin tarafsız sağlanması gerekliliği açısından da kritik bir uyarı işlevi görmektedir.
Bu noktaya kadar, otoriter rejimlerin hukukun temel ilkelerini nasıl zedelediğini ve anayasa değişiklikleri yoluyla iktidarlarını nasıl tahkim ettiklerini teorik düzlemde inceledik. Hukuk devleti ilkelerinin ihlali, demokratik denetimin zayıflaması ve iktidarın keyfiliği etrafında şekillenen bu sürecin arka planındaki kavramsal altyapıyı ortaya koyduk. Şimdi ise bu teorik çerçeveyi, çeşitli ülkelerde pratikte nasıl hayata geçirildiğiyle birlikte ele alacağız. Devam eden bölümlerde, Weimar Almanyası, Macaristan ve Rusya örneklerini tek tek detaylandırarak inceleyecek; bu ülkelerde anayasa değişiklikleriyle birlikte hukuk sisteminin nasıl dönüştürüldüğünü, devlet kurumlarının ve yargı mekanizmalarının nasıl işlevsizleştirildiğini ve tüm bu süreçlerin toplumsal ve siyasal sonuçlarını somut örnekler ışığında tartışacağız.
Weimar Almanyası (1933):
Weimar Cumhuriyeti’nin çöküş süreci ve 1933’te çıkarılan Yetki Kanunu (Ermächtigungsgesetz), hukukun olağan işleyişinin nasıl olağanüstü hâl rejimine dönüştürülerek otoriter bir rejimin kurulabileceğinin tarihsel olarak en çarpıcı örneklerinden biridir. 23 Mart 1933’te Reichstag’da kabul edilen bu yasa, yürütme organına, yani Hitler ve Nazi Partisi’ne, yasama yetkisi dâhil neredeyse sınırsız bir yetki tanıdı. Hükümetin, meclisin onayına veya denetimine tabi olmaksızın yasa yapabilmesini mümkün kılan bu düzenleme, anayasal düzeni fiilen askıya alarak hukuki zeminde bir diktatörlük kurdu. Anayasal kurumların işlevsiz hâle getirildiği bu süreç, gücün merkezileşmesini ve tüm devlet mekanizmasının tek adam iktidarına hizmet eder hâle gelmesini sağladı.
Bu dönüşümün teorik altyapısı, Nazi Almanyası’nın önemli hukukçularından Carl Schmitt’in olağanüstü hâl kavramıyla doğrudan ilişkilidir. Schmitt, “egemen, istisna hâline karar verendir” tezini savunarak, hukuk düzeninin dışında kalan ama düzenin varlığını belirleyen bir güç merkezinin gerekliliğini ortaya koymuştu. Schmitt’e göre, anayasa ve yasalar, olağan zamanlarda işleyen normlardır; ancak istisna durumunda, hukukun koruması altındaki düzeni kurtaracak olan, normlar değil karar alma yetkisine sahip egemendir. Bu bakış açısı, demokratik denetimin ve hukuki denge mekanizmalarının tamamen devre dışı bırakılmasına teorik meşruiyet kazandırdı. Hitler’in yetki kanunuyla elde ettiği sınırsız güç, Schmitt’in tanımladığı bu ‘egemen karar’ anlayışının pratikteki somut tezahürü oldu.
Yetki Kanunu sonrasında Almanya’da yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılmış, basın özgürlüğü tamamen yok edilmiş ve siyasal muhalefet tasfiye edilmiştir. Devletin her kademesi, Hitler’in iradesinin doğrudan yansıması olarak hareket eden bir mekanizmaya dönüşmüştür. Bu süreçte yasa, artık bireylerin haklarını ve özgürlüklerini koruyan bir çerçeve olmaktan çıkıp, iktidarın elinde keyfi olarak şekillenen ve uygulanan bir baskı aracına dönüşmüştür. Böylece, Schmitt’in ‘hukukun özünde karar vardır, yasa yalnızca o kararın tekrarıdır’ şeklindeki görüşü, Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşünde ve Nazi rejiminin inşasında tarihsel bir doğrulama bulmuştur. Bu örnek, hukukun normatif gücünün, siyasetin hizmetine girdiğinde nasıl kolayca araçsallaştırılabileceğini ve en nihayetinde toplumsal felaketlere kapı aralayabileceğini gösteren trajik bir ders olarak hafızalarda yer etmiştir.
Macaristan (2011-2020):
Macaristan’da 2010 yılında iktidara gelen Viktor Orbán ve liderliğindeki Fidesz Partisi, mecliste elde ettikleri nitelikli çoğunluk sayesinde hukuku ve anayasal düzeni kendi iktidarlarının devamını garanti altına alacak şekilde dönüştürmeye başladı. 2011 yılında kabul edilen yeni anayasa ve sonrasında yapılan birçok anayasal değişiklik, yargı bağımsızlığının sistematik biçimde zayıflatılması ve denetim mekanizmalarının ortadan kaldırılması yönünde atılan adımların temelini oluşturdu. Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri kısıtlanarak denetleme fonksiyonu büyük ölçüde devre dışı bırakıldı; yargıçların görev süresi ve atanma yöntemleri değiştirilerek, yürütme erkinin kontrolü altına sokuldu. Bu süreç, hukukun ve anayasanın, iktidarın kendi gücünü kalıcılaştırmak amacıyla esnetildiği ve araçsallaştırıldığı açık bir örnektir.
Bu dönüşümün entelektüel arka planında da Carl Schmitt’in siyasal-hukuki düşüncesinin izlerini görmek mümkündür. Schmitt’in “halkın iradesi” ve “istisna hâli” kavramları, Macaristan’da Orbán tarafından sıklıkla vurgulanan “illiberal demokrasi” söylemiyle birleşmiş ve iktidar, seçimlerde aldığı desteği, anayasal denetimin üzerinde mutlak egemenlik hakkı olarak sunmaya başlamıştır. Schmitt’in, egemenliğin istisnalar karşısında sınırsız karar yetkisi olduğu yönündeki görüşü, Macaristan’daki dönüşümde uygulamaya konmuş; seçilmiş iktidarın, demokratik kurumları devre dışı bırakarak ve yargı organlarını denetim altına alarak kendisini hukukun üzerinde konumlandırmasına zemin hazırlamıştır. Bu, hukukun yalnızca iktidarın kararlarını meşrulaştıran bir araç hâline getirildiği tipik bir otoriter mühendislik örneğidir.
Bu süreçte çıkarılan yasal düzenlemelerle yargı üyelerinin zorunlu erken emekliye sevk edilmesi, Hükümete yakın isimlerin yargı ve medya düzenleyici kurumlarının başına atanması, muhalif medyanın ve sivil toplum kuruluşlarının sistematik olarak baskı altına alınması, Macaristan’da hukukun fiilen iktidarın hizmetine sokulduğunu göstermektedir. Orbán’ın kullandığı “milli çıkarlar ve istisnai durum” retoriği, anayasal değişikliklerin gerekçesi olarak sunulmuş; fakat gerçekte demokratik kontrol mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı ve yargının bağımsızlığının yok edildiği bir süreci başlatmıştır. Böylece Macaristan, liberal demokrasinin temel taşlarının yerinden oynatıldığı, hukukun iktidar eliyle şekillendirildiği ve artık siyasal mücadelenin bir aracı hâline geldiği çağdaş bir örnek olarak dünya siyaset sahnesinde yerini almıştır.
Rusya (2020):
Rusya’da 2020 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliği süreci, otoriter liderliğin hukuki çerçeve içinde nasıl kalıcı hâle getirilebileceğinin en güncel ve çarpıcı örneklerinden biridir. Vladimir Putin’in 2000 yılından bu yana süregelen iktidarı, anayasal sınırların ve demokratik denetim mekanizmalarının zamanla aşındırılmasıyla birlikte şekillendi. 2020 yılında yapılan ve halk oylamasıyla onaylanan anayasa değişiklikleri ise bu süreci zirveye taşıdı. Anayasanın değiştirilmesiyle birlikte, Putin’in daha önceki görev süreleri sıfırlanarak, 2024 ve 2030 yıllarında yeniden aday olmasının yolu açıldı. Bu değişiklik, yalnızca kişisel iktidarının uzatılmasını sağlamadı; aynı zamanda Rusya’da hukukun iktidara tabi kılındığı, denetim mekanizmalarının etkisizleştirildiği ve devletin tüm kurumlarının merkezi liderlik etrafında yeniden yapılandırıldığı bir düzenin tesisine zemin hazırladı.
Bu dönüşümün arka planında da, tıpkı diğer otoriter rejimlerde olduğu gibi, Carl Schmitt’in “egemenlik” ve “istisna hâli” kavramlarıyla uyumlu bir zihniyet izlenebilir. Schmitt’in “Anayasa, ancak egemenin kararıyla şekillenir” yaklaşımı, Rusya’da iktidarın anayasa üzerinde sınırsız tasarruf hakkını kendinde görmesiyle somutluk kazandı. Putin, kendi yönetimini “istikrar” ve “devletin bekası” söylemi üzerinden tanımlayarak, anayasal sınırları istisna durumları gerekçesiyle sürekli esnetti. Egemenin istisna karşısındaki mutlak karar yetkisi anlayışı, Rusya’da anayasanın bile değiştirilebileceği ve hukuk sisteminin iktidarın iradesine göre yeniden yazılabileceği anlayışını besledi.
2020 reformlarıyla birlikte, yalnızca başkanlık görev süresinin sıfırlanması değil, aynı zamanda anayasa mahkemesinin yetkilerinin daraltılması, yürütme organının yasama üzerindeki etkisinin artırılması ve muhalif seslere yönelik baskıların hukuki kılıfa büründürülmesi süreçleri hızlandı. Rusya’da medya özgürlüğü ve sivil toplum faaliyetleri üzerindeki ağır baskılar, artık hukuki normlar içinde “ulusal güvenlik” ve “devletin çıkarları” gerekçeleriyle meşrulaştırılır hale getirildi. Böylece, anayasa değişiklikleri aracılığıyla yürütme yetkisi sınırsızlaştırılmış; yargı ve yasama organları sembolik kurumlardan öteye gidemeyen yapılar hâline dönüştürülmüştür. Bugün Rusya, hukukun siyasal iradenin bir uzantısına dönüştüğü, anayasanın dahi iktidar lehine yeniden tanımlanabildiği ve bireysel hak ve özgürlüklerin devletin merkezî çıkarları adına sürekli askıya alınabildiği otoriter bir düzenin somut örneği olarak dünya sahnesinde yerini almıştır.
Sonuç: Hukukun Evrensel İlkeleri ve Tehditler
Hukuk, idealde, toplumsal düzenin korunması ve bireylerin haklarının güvence altına alınması amacıyla var olan bir sistemdir. Ancak, hukukun araçsallaştırılması, bu kutsal amacından sapmasına yol açabilir ve demokrasiyi tehdit eden bir olguya dönüşebilir. Özellikle otoriter rejimlerde, hukuk, iktidarın kendi çıkarlarını korumak ve muhalefeti baskı altına almak için kullanılabilir. Bu süreç, adaletin değil, siyasetin ve gücün ön planda olduğu bir ortam yaratır. Hukuk, sadece bir kalkan olmaktan çıkar ve bir kılıç gibi kullanılarak, devletin karşıt görüşlere karşı bir baskı aracı haline gelir. İktidarlar, hukuk aracılığıyla muhalifleri susturur, toplumun özgürlüklerini kısıtlar ve meşru hak arayışlarını yok sayar.
Bağımsız yargı, hukukun evrensel ilkelerinin korunmasında ve demokrasinin sağlıklı işlemesinde kritik bir role sahiptir. Yargının bağımsızlığı, toplumun her bireyinin haklarının adil bir şekilde savunulabilmesini ve denetlenebilmesini sağlar. Ancak, otoriter rejimlerde yargı genellikle hükümetin kontrolüne girer ve hukukun “seçici” işleyişi normalleşir. Bu durum, sadece bireysel hakları ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal düzenin temeli olan adalet anlayışını da zedeler. Hukukun tarafsızlığına olan güven kaybolduğunda, toplumda derin bir adaletsizlik duygusu yerleşir ve hukuka duyulan saygı azalır. Bu da devletin meşruiyetini zayıflatır ve toplumsal çatışmaların artmasına neden olabilir.
Sivil toplum ve uluslararası denetim mekanizmaları, hukukun tarafsızlığını korumak için birer denetleyici güç olarak büyük bir önem taşır. Sivil toplumun güçlü olması, devletin hukuku kötüye kullanmasını engellemeye yardımcı olabilir, zira halkın sesi, iktidara karşı bir denetim mekanizması oluşturur. Uluslararası denetim ve insan hakları izleme örgütleri de, ülkelerdeki hukuk sistemlerini denetleyerek, hukukun evrensel ilkelerinin ihlal edilmesini engellemeye çalışır. Bu denetimler, baskıcı rejimlerin hukuku araçsallaştırarak muhalefeti susturmalarını zorlaştırabilir ve uluslararası kamuoyu nezdinde bu ihlalleri görünür kılabilir. Sonuç olarak, hukukun evrensel ilkelerinin korunabilmesi için yalnızca ulusal düzeyde değil, küresel çapta da etkin denetim ve müdahalelerin olması gerekmektedir. Aksi takdirde, hukuk, iktidarın tahakkümünü pekiştiren ve toplumsal adaletsizliği derinleştiren bir silah haline gelebilir.
Etiketler:
#hukuk #politika #teori #siyasal
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!